Kapalıçarşı-1

Kadıköy’den Eminönü vapuru ve ardından tramvay kullanarak Beyazıt’a geldim. Fakülte yıllarım dahil, Kapalıçarşı’ya Beyazıt Kapısından kim bilir kaç kez girmiştim!  Bu gezileri planlarken yine ilk bu kapıdan girmeyi istedim. Şöyle karşısında durup bir süre inceledim de çok üzüldüm. Kıymet bilme, bakım yapma gibi bir alışkanlığımız pek olmadı sanırım. Bir çok yeri kırılmış dökülmüştü kapının ve ” GATE  7″  yazısında aradaki “A” harfi düşmüştü, kimse farkında değildi. Ya da umursamıyorlardı! Altı üstü bir “A” harfiydi değil mi efendim!

“Kapalıçarşı; Dünyanın en büyük ve en eski kapalı çarşılarından biri. 45.000 m² kapalı alan, 16 han, 22 kapı, 3600 dükkan, 64 cadde ve sokak, iki bedesten içeriyor. 1461 tarihinde Fatih Sultan Mehmet’in emriyle kurulduğunu tarih kitapları yazıyor. Çarşıya bugünkü halini Kanuni Sultan Süleyman kazandırmış. Ancak; yapıya dahil olan iki bedestenin de Bizans mimarisi taşıması pek çok tarihçi tarafından o dönemden kalma eserler olarak yorumlanmasına neden olmuş. Çarşı birçok yangına maruz kalmış, pek çok depremde de hasar görmüş. 1894’de büyük İstanbul depreminde yerle bir olmuş. Padişah Abdülhamit’in talimatıyla onarılmış. 1943 ve 1955 yıllarındaki yangınlarda da zarar gören çarşı tamiratlarla bugünkü şeklini almış. Günümüzde, Kapalıçarşı’ya 8 kapıdan giriliyor.”

 

Önce, Kalpakçılar caddesinden(Büyük ana cadde) çeşme’ye kadar ilerledim ve Sipahiler caddesinden sola döndüm. Esnaf her geçene; önce İngilizce sonra Türkçe seslenmeyi adet haline getirmiş. Sanırım biraz da eğleniyorlar kendilerince!

 

 

 

Hızla ünlü Şark Kahvesine doğru ilerledim ancak çok acıkmıştım, kahve içmeyi yemek sonrasına bırakarak, bir arka sokağa geçtim ve  Havuzlu Lokanta karşımdaydı…

 

 

Lokantaya girdiğiniz an; mideniz, ruhunuz, gözünüz hemen doyuyor. Kapısının önünde ismini aldığı minik bir havuz, etrafında sevimli masa ve sandalyeler… İsterseniz dışarıda oturup sokakları izlersiniz, isterseniz tarihi solumak için içeride. Aslında her şartta tarihle iç içesiniz burada… An ’da kalın ve hissedin…

 

 

 

 

Yemeğinizi yerken arada bir başınızı kaldırıp yukarıya ve etrafınıza bakın, güzellikleri kaçırmayın sakın! Yemekler lezzetli, her gün farklı yemekler ve tatlılar çıkıyormuş. Eğer fazla aç değilseniz sadece kahve ve tatlı alıp ortamı hissedebilirsiniz.

 

 

 

 

Hiç böyle döşenmiş bir merdivenden kahve içeceğiniz mekana çıktınız mı?

 

 

 

Lokantanın üst katı da ayrı bir güzellikte, kahvenizi orada içmenizi öneririm. Yandaki turşu kavanozlarını üst kata çıkarken merdivenlerin başında görüyorsunuz. Üst kata çıktığınızda ise gerçekten çok farklı ve çok güzel bir mekan karşılıyor sizi!

 

 

 

Lokantadan çıkıp Cevahir Bedesteni’ne (İç Bedesten) geçtim. Tuğla kemerlerle ayrılmış 15 bölümden oluşan iç bedesten için yetkililer bir mimari harika diyorlar.

Burası için ışıl ışıl kuyumcular çarşısı diyebiliriz. Çok güzel antika parçaların olduğu vitrinler olduğu gibi sıradan her yerde görebileceğiniz tür vitrinler de var. Sadece iç bedestende değil hemen her sokakta kuyumcu var ve o kadar çok ki, hepsi nasıl iş yapabiliyor diye düşünüyorsunuz açıkçası!

Kapalı Çarşı gerçekten çok pahalı ve fiyatlar çok tutarsız. Gelenlere sürekli müşteri gözüyle bakmadıkları için, fiyatlar değişken daha doğrusu tutturabildiğine. Her gün binlerce kişi geliyor ve çoğu turist. O nedenle gelen bir daha gelmez gibi bir düşünceleri de var sanırım. Yerlisi, yabancısı herkes pazarlık ediyor. Benim gibi pazarlık edemeyenlerdenseniz Kapalıçarşı’dan alış veriş ederken dikkatli olun derim. Ayrıca gelen turistleri neredeyse kolundan çekerek kendi mağazalarına sürükleyen esnaf ve ayakçıları izlemek insana utanç veriyor.

 

 

İç Bedesten’den Zincirli Han’a geçtiğimizde burasının da kendine has farklı bir dünya olduğunu görürüz.

 

 

“Zincirli Hanın, 18. yüzyıl sonunda yapıldığı düşünülüyor. Burası tek avlulu ve iki katlı bir ticaret hanı. Tığcılar Sokağındaki sade yuvarlak taş kemerli girişi avluya beşik tonozlu bir geçitle bağlanmakta olup, ikinci kata çıkan merdivenler bu geçitte yer alıyor.”

Sıra sıra çok özel butik mücevher dükkanları ve halıcıların olduğu bir han. Hepsi çok farklı ve çok güzel.

 

Bu abartılı ve lüks mücevherleri seyredip sıra odalarına doğru yürüdüm ve geçiş için yandaki dar koridoru görünce şaşırmadım desem yalan olur. Koridorun çıkışında beni gümüşçüler karşıladı!

 

 

 

 

 

Yan yana dizilmiş farklı, güzel küçük dükkanlar…

 

 

 

Ancak bu dükkanlardan birinin vitrini çok hoştu, yılbaşı için özel hazırlanmış ve geyiğin arabada çektiği votka şişesi çok güzel bütünleşmişti ortamla.

 

 

İç Bedesten’in ardından Sandal Bedesten’in enerjisi çok düşük geldi bana. Buda çok doğaldı her vitrinin ışıl ışıl parladığı iç bedesten’in  kuyumcularının ardından daha karanlık bir ortama girmiştim.

 

Burada bir yolu pamuk, bir yolu ipekten dokunan ve Sandal adı verilen kumaş satıldığı için Sandal Bedesteni ismi verilmiş. Eskiden müzayede merkezi de olan ve şimdi daha çok t-shirt, çanta, şal gibi dükkanları barındıran sandal bedesteni çarşının en eski iki bölümünden biri.

 

Farklı görüntülü çizmelerden hoşlanıyorsanız sandal bedesten’de renk renk farklı desende göze hitap eden çizmeler sizi bekliyor.

 

 

Dönüşte Nuruosmaniye kapısından çıkıp, caminin avlusundan ilerledim ve Nuruosmaniye caddesi boyunca yürüdüm. Cadde sağlı sollu lüks mağazalarla doluydu ve turist kaynıyordu ama yeni yıl için caddede hiç ışıklandırma ve süsleme yapılmamıştı.

Lüks bir kuyumcu vitrininde yandaki altın emzikleri görünce şok geçirdim diyebilirim.  “Hoş geldin küçük prens!” yazıyordu

Hoş gelmiş küçük prensler, sayıları epey artacak anlaşılan…

 

 

Cağaloğlu yokuşundan inerken Nallı Mescit (Vilayet) Camii ışıl ışıl görüntüsü ile muhteşemdi.

“Kesin tarihi bilinmemekle birlikte Fatih Sultan Mehmet Han döneminde, Akşemsettin’in akrabası İmam Ali Efendi tarafından yaptırılmış. Vilâyet Camii, Nallı Mescit adını minaresinde bulunan 3-4 adet nal resminden almış.”

Cami’nin biraz aşağısında Marmaray’ın cağaloğlu istasyon girişi var. Ben epey geç olduğu için dönüş yolunda bu güzergahı tercih ettim. Bu yol ile çok kısa bir sürede Kadıköy veya Üsküdar’a ulaşabilirsiniz.

Kapalı çarşının diğer gezisinde farklı bir kapıdan farklı bir güzergahta görüşmek üzere…

Erguvanlar, Mor Salkımlar, Akasyalar, Filbahriler…

Soğukla aram hiç iyi olmadı! Sevmeye çalıştım ve başardığım anlarda oldu inanın! Battaniyenin içinde ısınmaya çalışırken, bir bardak çay ve ona eşlik eden redkitler… Ama bütün bu dayanmaya çalışmaların en güzel anları baharı düşündüğüm, hayalini kurduğum anlardı. Önce erguvanlar açacak sonra onlara mor salkımlar eşlik edecek ve akasyalar ve filbahriler…

Her yıl, kış uzun sürecek ve bütün bu güzellikleri kaçıracağım diye çok korkarım. Çünkü peş peşe gelirler ve siz onları koklamaya çalışırken çabucak geçip giderler. Hızlarına yetişemezseniz ve kalbinizin atışları onlara ulaşamazsa, öylece geçip giderler ve bir sonraki yıla dersiniz içinizden, bir sonraki yıla…

Boğazın o köşesi senin Moda’nın bu köşesi benim peşlerine düştüm yıllarca en güzel erguvan nerede var diye. Yazarları takip ettim; en güzel erguvan şurada dediler koştum, izini sürdüm. Hele bir keresinde, yazarı hatırlamıyorum ama hiç unutmuyorum; “en büyük, en güzel erguvan benim sokağımda” deyip adres vermişti. Arnavutköy’ün tepelerinde bir yer, kalkıp gittim ve o da ne! Her yerde görebileceğimiz sıradan büyüklükte tek bir ağaç. Ne kadar da doğruydu aslında yazarın kendi sokağını ve kendi erguvan ağacını en güzel bulması!

Bu yıl en güzel Erguvanlar benim mahallemde idi!

Kış zorlu geçti, Nisan ayı bile soğuk kış günleri gibiydi, son yağmurlar güzelim çiçekleri çabucak dökmüştü ve hızlı davranmalıydım. Önce Moda’ya koştum ama maalesef çok az erguvan ağacı kalmıştı ve olanlar da çiçeklerini dökmüştü. Boğaza gitmeye hazırlanırken arkadaşım; “Maalesef yağmurdan güzelim çiçeklerini hepsi döktü” dedi.

Göztepe Özgürlük parkında inatla direnmişti erguvanlar, üstelik mor salkımlarla birlikte omuz omuza bana gülümsüyorlardı. Mis gibi kokuları burnuma, gözlerime, beynime ve ruhuma sonra da tüm vücuduma dağıldı. Bana bu güzellikleri yaşattıkları için hepsine tek tek teşekkür ettim.

Peyzaj mimarları da bahar aylarından çok etkilenmiş sanırım. Suadiye’de bir mağazanın bahçesi ve bahçe vitrininin içinde çıkan erguvan ağacı gerçekten çok hoştu. Bu güzelliği kim düşündüyse gönülden kutluyorum.

Ve Mor Salkımlar…

Mor salkımlar, birliği ve beraberliği çok severler, sarılırlar birbirlerine, o nedenle çardakların en güzel süsüdürler. Küçüksu’da mor salkımlı çok şık bir kafe vardır ama bu yıl gitmek kısmet olmadı. Ve en güzel mor salkımlar inanın yine benim mahallemde idi. Çardağın içinden çocukların minik treni de geçiyor, daha ne olsun değil mi!

 

Bazen çok yakınımızdadır güzellikler ve biz uzaklarda ararız. Gezmek başka bir şeydir, görmek ve farkındalık başka bir şey.

Ve Akasyalar…

Penceremden baktığımda akasyalar tam karşımdaki parkta ve bana mis kokuları ile gülümsüyorlardı. Evimden çıkıp her seferinde onlara dokunmak ve koklamak ayrı bir güzellikti. Çocukluğumu hatırlıyorum da; özenle ayıklayıp akasyanın içindeki çiçeği zevkle nasıl yediğimizi, tazelendiğimizi, baharın gelip geçişini fark etmeye çalışırken yaz ayının koşarak yerini alışını…

Evet yine bizim mahallede Filbahriler… Köşedeki apartmanın bahçesinde ve köşeyi her dönüşümde mis kokuları ile karşılıyorlar beni. Teşekkürler, çok teşekkürler…

Ruhunuzdaki gözdür gezmek, gidin götürdüğü yere; bazen çok uzaklara, bazen karşı sokağa, belki başka bir kente belki de evinizdeki balkona. Gitmesini bilin yeter ki!

Tebessüm Ettiren Kelime: Tatil

Üzerinden bir kaç yıl geçti ama sızısı hala içimdedir:) Arkadaşlarla bir sohbet anında, Ayşe  aniden; “geçen yıl çok eğlenmiştim Kapadokya’ya gidelim” dedi. O anı hiç unutmam. Tam 9 kişiydik ve hepsi aynı anda bütün dişlerini göstererek gülümsedi, gözler ışıl ışıldı. Hep bir ağızdan “GİDELİM” dediler.

Tur şirketi seçildi, otel adı verildi, yerler ayırtıldı, paralar ödendi. Tatil günü yaklaştıkça bir heyecan sardı herkesi, valizler hazırlandı. Ve büyük gün geldi. Otobüsün bizi alacağı noktaya heyecanla gittik, yerlerimize yerleştik.  Neşeyle yola çıktık, çaylar, kahveler ikram edildi, herkes neşeyle birbirine lâf atıyor, hiç konuşmayanlar kahkaha atıyordu. Ve hatta şarkılar söyledik bağıra çağıra…

Otobüs Kapadokya’ya yaklaştığında herkes uyumuştu.  Kahve, çay servisiyle yavaş yavaş uyandık ve az sonraaaaa… İlk hüzün başladı…

Rehber iki otel var arkadaşlar bazı sorunlar çıktı o nedenle iki ayrı otele yerleşeceğiz dedi. Homurtular, mırıltılar ve ilk otele yaklaştık. Bizim grupla birlikte otobüsün bir kısmı indi. Bizim seçtiğimiz otel bu değildi. Kavga faslını geçiyorum ve bazı konulara sonradan müdahale etmek üzere konuşup otele yerleştik. Herkesin yüzü asılmıştı çünkü otellerden biri 3 yıldız diğeri 5 yıldızdı. Bize ise 3 yıldızlı olanı düşmüştü!

Sabah otobüs bizi erken alıyor yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra diğer otele varıp diğer yolcuları alıyorduk ve çevre gezisi başlıyordu. Tabi bu arada ilginç ve çok komik şeyler yaşanıyordu. Otobüs yanaşır yanaşmaz,  diğer yolcuların binmesini beklememiz gerekirken, herkes aşağı iniyor, bir koşu otele girip bakıyordu! Ya da bazıları işi abartıyor girişteki koltuklara gömülüyordu.  İş uzuyor rehber tekrar inip onları çağırıyor ve hayatında duymadığı hakareti duyuyordu.

Biz İstanbul’a döndüğümüzde konuyu dile getirmek üzere, anlaşıp konuyu kapattık. Ihlara vadisinin güzelliklerine teslim olduk…

Peri bacaları, kiliseler, yeraltı şehri, vadiler… Gezilecek çok fazla yer vardı ve sabah erken saatlerde başlayıp akşama kadar bitap dolaşıyorduk. Aslında bu tür gezilerden nefret etmekte o kadar haklıydım ki! Tam bir tabloyu inceleyelim derken bırakmak zorunda kalmak, ya da Ihlara vadisinde saatlerce kalmak isterken rehberin arkasından koşa koşa çıkmak zorunda kalmak gibi. Tur gezilerinin çoğu, gezmek değil de gezmiş gibi yapmaktı bana göre.

Dönüş yoluna girdiğimizde her şey çok farklıydı artık. Asık suratlar, homurtular… Çok mutsuz bir dönüş yolculuğu idi açıkçası!

Ben, beynim ve ruhumla Ihlara Vadisinde kalmayı tercih ettim. Ve söz; Kapadokya’yı başka bir zaman diliminde, harika bir geziyle anlatacağım size.

Sıkıntısız, sorunsuz, mutlu tatiller geçirmeniz dileği ile…

Eylül-2

 

Eylül Ayının 2. gezisinin başlangıç noktasını  Edirnekapı olarak belirledim ve trafik korkum beni yine Metrobüs’e yönlendirdi. Buralara gelmeyeli ne çok yıl geçmiş ve ne yazık ki bütün bu zaman diliminde her yer beton ve taşla kaplanmış.

Metrobüsten indikten sonra merdivenleri çıkıp sağa doğru ilerlediğinizde Şehitliğe girmiş olursunuz. Orada çok farklı duygular yoğurur sizi. Vatan uğruna canını ortaya koymuş onca şehit ve onların gözü yaşlı aileleri… İnanın bana; yaşamadığımız, deneyimleyemediğimiz hiç bir konu için ” Seni çok iyi anlıyorum” demeyelim! Asla bilemeyiz asla!

 

Şehitlikten çıkıp yolun karşısına geçtim ve karşıda surların içinde Fatih’in İstanbul’a girdiği kapı karşıladı beni. Aynı kapıdan tebessümle girdim ve yabancı bir gazetecinin çok hoşuma giden bir cümlesi geldi aklıma: “1453’de almışsınız ama bir türlü yerleşememiş siniz!”

O müthiş kapıdan girdiğinizde sizi neyin karşılayacağını düşünürsünüz?

Korkunç bir minibüs park alanı! Arabesk müzik çalarak bağrış çağrış müşteri bekliyorlar. Şimdi düşünün o muhteşem kapıyı gördüğünüzde beyninizde bir imge oluşmaz mı? Fatih at üstünde kapıdan giriyor mesela…

Biraz ilerledim, 1-2 ağaç ve derme çatma bir çay bahçesi, küçük pis bir süs havuzu. Karşısında bütün ihtişamıyla Mihrimah Sultan Cami.

Çay bahçesinde bir bardak çay aldım ve böyle bir lezzetsizliğin nasıl başarıldığını düşünerek Mihrimah Sultan Cami’ne doğru yürüdüm. Cami kapısında beni karşılayan görevli “Hoş geldiniz” dedi. “Hoş bulduk” dedim, öyle mutluydum ki! Bu mutluluk çok kısa sürdü ve görevlinin içeri girebilmek için bir uzun etek ve başörtüsü giymem gerektiğini söylemesiyle son buldu. Üzerimde diz kapaklarımda bir etek, yarım kollu bir tişört ve şapka vardı. Bu kıyafet içeri girmem için yeterli değildi. Görevliye önerdiği kıyafeti giymeyeceğimi ve izin verirse kapıdan şöyle bir bakıp çıkacağımı söyledim. Adımımı atar atmaz o muhteşem vitrayları gördüm ve büyülendim. Sinan burada gerçekten aşkını dile getirmişti, muhteşemdi!

Kariye müzesine doğru yürürken içimdeki burukluğa teslim olmamaya çalıştım ve olmadım. Kariye müzesinin bahçesine girer girmez büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Tıklım tıklım turistle doluydu.

“Kariye (Chora) Kilisesi, 6. yüzyıla kadar giden bir geçmişe sahip. İlk önce manastır olarak 534 yılında Justinianus döneminde Aziz Teodius tarafından yapılmış. Bina Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden 50 yıl kadar sonra 1511 yılında Sultan II. Beyazıt sadrazamlarından olan Atik Ali Paşa tarafından camiye dönüştürülmüş ve “Atik Ali Paşa Cami” veya “Kariye Cami” olarak anılagelmiştir.”

Şimdi bundan sonrası için ağlayabilirsiniz! Dönüştürme sırasında bütün kilisenin duvarları üzerinde bulunan mozaik ve freskler sıva ile kaplanmış. Zavallı Kariye! Oysa 1296 büyük depreminden bile sağ çıkmış…

” 20. yuzyilda bu camii kapatılmış. Birleşik Amerika’daki “Amerika Bizans Enstitüsü (Byzantine Institute of America)” ve “Bizans Incelemeleri için Dumbarton Oaks Merkezi (Dumbarton Oaks Center for Byzantine Studies)” bu camideki sivalar altinda kalmis mozayik ve fresklerin restorasyonunu yapmış ve tüm mozaik ve freskler ortaya çıkarılmış. Yapı 1956’da açılan “Kariye Müzesi” olarak günümüzde de hizmet vermektedir.“

Müze kartımı çıkardım ve giriş için kuyruğa girdim. Maalesef müzenin büyük bir bölümü restorasyon için kapalıydı. Bunu tekrar gelmek için güzel bir neden olarak düşünüp, açık olan bölümleri gezdim.

 

 

Müzeden çıkıp sokakları dolaşmaya başladığımda, yenilenmiş, boyanmış ve sizi adeta içine çeken evleri gördüm. Her birinin dili vardı mutlaka ve kim bilir neler anlatıyorlardı. Gözlerimi kapatıp duymaya çalıştım…

Karnım acıkmıştı ve şöyle harika bir çay içmenin zamanı çoktan gelmişti. Sıradan bir yer olmasın, ruhu olsun diye coşkulu bir istekle surlara doğru yürüdüm ve köşeyi döner dönmez “İşte burası!” dedim. “İstanyol Cafe” karşımda bütün sevimliliği ile duruyordu!

 

Ve Cafe’nin sevimli ve mükemmel sahibesi Demet Hanım. Hemen bir çay rica ettim. Çayı minik bir havuçlu kekle birlikte ikram etti. Keki kendisi yapmıştı ve çok lezzetliydi. Biraz dinlendikten sonra bir tost ve çay rica ettim. Böyle güzel bir tost ve sunum çok nadir bulunur diyebilirim. Çok güzel bir tabakta tostun yanında, zeytin, çeri domates ve kendi elleriyle yaptığı çilek reçeli. Bu güzel ikram için teşekkür ettim kendisine. Biraz sohbet edince Kariye bölgesinde yerleşimin ve ilginin çok arttığını söyledi. Öyle güzel anlatıyordu ki, burada çok mutlu olduklarını ve gelen müşterilerine de bunu rahatça aktarabildiklerini söyleyebilirim. Tekrar görüşmek üzere sevgiyle kucaklaşıp ayrıldık.

İstanyol Cafe’nin masa ve tabureleri surların içine ne kadar yakışmış değil mi?

Surlarda sürpriz çok! Biraz ilerleyince surların içindeki kedi evini görüp şaşırıyorum. Kapısı, halısı, komodini her şeyi var ve kediler inanılmaz mutlu. Burayı bu hale getiren Yakut Hanım Azerbaycanlı ve Kariye’de yalnız yaşıyor. Zaten kedilerin hemen karşısındaki evde oturuyor. Kendi elleriyle temizlemiş burayı, eşyaları koymuş. Her gün elektrik süpürgesini evinden getirip temizlik yapıyor. Kediler mutlu, Yakut Hanım mutlu… Sevgiyle yapılan her şey çok güzel enerjiler oluşturuyor. Yakut hanımı kutlayarak ayrılıyorum oradan.

Demet Hanımın da önerisiyle Fethiye Camisine doğru yürümeye başladım. Çok da yakın sayılmazdı ama olsun, yürümek bazen yorar bazen de dinlendirir. Yürürken yeniden doğduğunuz bile olur.

“Fethiye Cami’nin, Bizans dönemindeki adı Pammakaristos Manastırı imiş. Aslında kilise olarak, 13. yüzyıl sonlarında Bizans’ın ileri gelenlerinden Mihail Glabas Tarkaniotes tarafından inşa ettirilmiş. İstanbul’un fethinden sonra 1454 yılında patrikhane olarak kullanılmış. 1601 yılında İran savaşlarında Gürcistan ve Azerbaycan’ın fethedilmesiyle, fethin hatırası olarak camiye dönüştürülmüş.

Fethiye Cami, camiye dönüştürülürken kilisenin apsis kısmı yıkılarak yerine kıble yönüne uygun bir mihrap yapılmış, bir minare ve medrese inşa ettirilmiş. Cumhuriyet döneminde müzeye dönüştürülmüş, 1955 yılında Amerikan Bizans Enstitüsü tarafından içindeki mozaik ve freskolar açığa çıkarılmış, sonradan yapılan kemer sökülüp yerine eski haline uygun sütunlar yapılmış. 1960′lı yıllarda yeniden cami olarak ibadete açılmış.” 

Yukarıdaki resmi çekerken içim sızladı inanın! Şimdi o minare oraya oldu mu? Yazık değil mi? Git biraz ilerisine daha güzel bir cami yap, burayı da müze yap. Ya da bırak kilise olarak kalsın. İstanbul’u İstanbul yapan da bu güzellikler değil mi zaten! Bu düşüncelerle Fethiye Müzesinin bahçesindeki bankla biraz dertleştik. Hak verdi bana 🙂 Sonra da; Müze girişindeki görevli genç kızın kedilere olan ilgi ve sevgisini, onlara nasıl kol kanat gerdiğini birlikte izledik.

Tekfur Sarayını gezmek için yola çıktım ancak onunda tadilatta olduğunu öğrendim. Olsun demek ki bakım vardı ve bu iyi bir şeydi. Bu gezideki kısmetim, bahçeden binayı seyredebilmekmiş sadece.

 

 

“Tekfur Sarayının ne zaman ve kimler tarafından inşa edildiği konusunda net bir bilgi bulunmamaktadır. On sekizinci yüzyıl başlarında seramik atölyesi olarak kullanılan “Tekfur Sarayı”, on dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren cam ve cam ürünleri imalathanesine dönüştürülmüştür. Dünyaca ünlü “kaşıkçı elması” ise Tekfur Sarayı’nın çöplüğünde bulunmuştur. Günümüzde ise yeni tarihi olaylara şahitlik etmek amacı ile Tekfur Sarayı’ndaki arkeolojik kazılar devam etmektedir.”

II. Theodosius surları, dönüş yolunda yol boyunca arkadaşlık ettiler bana. Bu surlar günümüze kadar gelebilmeyi başarmış, kim bilir ne yaşamlar görmüş hissetmiştir diye düşünürken ara sokaklara dalmışım. İyidir sokaklara dalmak, An’da kalırsınız, tedavi edicidir 🙂

Ayvansaray’ın tarihi vapur iskelesine doğru geziyi sonlandırmak üzere yürürken diyorum ki; gezme ve görme aşkınız hiç eksilmesin…

Eylül-1

Eylül, sokak sokak gezebileceğim, keşifler yapacağım, ruhumun en derin noktasına dokunan en güzel ay. Gerçi Mayıs ayı içinde benzer duygular taşırım ama, o biraz daha farklı. Mayıs; yazı karşılar, deniz ve güneşi getirir ardından. Oysa Eylül dingin ve huzurludur…

Öncelikle belirtmeliyim ki, İstanbul’da; vapur, metro veya metrobüs kullanmıyorsanız gideceğiniz yere zamanında ulaşmanızdan vazgeçtim, yaşamınız trafikte öyle bir işkenceye döner ki, yola çıktığınıza çıkacağınıza pişman olursunuz ve zaten böyle gezmenizde pek mümkün olmaz.

Ben Kadıköy’den metrobüsle Ayvansaray’a geldim. Biraz daha keyifli olsun isterseniz Üsküdar’dan vapurla da gelebilirsiniz. Ayvansaray hem Eyüp’e hem de Balat’a gidebileceğiniz orta bir durak. Doğal olarak epey bir mesafe yürümeyi de göze almanız gerekiyor. Ama sakın gözünüz korkmasın sizi hiç yormayan keyifli bir yürüyüş oluyor.

Arkadaşımla buluşma yerimiz olan Eyüp’e doğru yürüdüğümde sabah saat 8.30’du ve henüz birçok dükkan açılmamıştı.  Sabahın renk ve kokusu benim için çok özeldir. Hava berrak, renkler net ve koku muhteşemdir. Işıkları geçip Eyüp’e girdiğimde, yeni restore edilmiş muhteşem ahşap evler karşıladı beni. Evlerin karşısındaki banka oturdum ve uzun bir süre seyrettim onları. Kim bilir kimler yaşamıştı o evlerde. Mutluluklar mutsuzluklar, çekişmeler, aşklar, hayal kırıklıkları, başarılar başarısızlıklar, sevgiler sevgisizlikler… İşte hepsi geçmişte kalmıştı… Sonuçta hepimiz biliyoruz ki her şey geçer…

Yavaşça ve isteksizce banktan kalktım, yol boyunca dükkan sahiplerinin heyecanla dükkanlarını açtıklarını gözlemledim. Bereketli bir gün geçirmeleri için dua ettim. Zordur bütün gün bir şeyler satmaya çalışmak…

Merkeze doğru yürüdüğümde çirkin yapılaşmayı görüp içimin sızısını dindirmeye çalıştım. Meydan meydanlıktan çıkarılmıştı. Oysa her semtin güzel bir meydanı olmalı, çiçekler ve ağaçlarla donatılmış. Sanırım artık, çiçekler ve ağaçlar sadece mezarlıklarda yaşayabilecek.

 

 

Arkadaşımın telefonuyla an’a döndüm ve buluşarak Piyer Loti’ye çıkmak üzere teleferiğe doğru yürüdük. Tabi ki önce arkadaşımın hatırlatmasıyla simitlerimizi aldık.

 

 

 

Pierre Loti Tepesi, İstanbul’un Eyüp ilçesinde Haliç’e nazır muhteşem manzaralı bir tepe. Tepe adını, 1876 yılında İstanbul’a gelerek buraya yerleşen ve sık sık bu tepedeki bir kıraathaneye gelmesiyle tanınan Fransız roman yazarı ve doğu bilimci Julien Viaud‘dan almış. Tepenin adını Eyüp Sultan Tepesi olarak değiştirmek amacıyla belediye meclisine sunulan öneri pek çok çevreden büyük itirazlar görmüş ve belediye meclisince reddedilmiştir.

 

Özlemişim arkadaşımı, çok güzel ve uzun sohbetler yaptık. Pierre Loti’ye çıktıysanız yanınızda simit olmalı ki içeceğiniz çayda size eşlik etsin. Çay ve simidin arkadaşlığı burada başka olur, gülümsetir sizi, deneyin.

Ah Pierre Loti! Burada İstanbul’un en güzel manzaralarından birini seyredersiniz.

Haliç! Yıllarca ihmal edilmiş Altın Boynuz’um. (Altın Boynuz ( Golden Horn ) isminin doğuşu ile ilgili olarak sayısız efsaneye inanılır. Kimilerine göre boynuza benzeyen bu iç suyun güneş ışınları altında altın gibi parlamasıdır ona verilen bu ismin nedeni. )

Dönüş yolunda yolun iki tarafı da tarihi mezarlıklarla çevrili ve mezar taşlarının çoğu bakımsız, taşları kırılmış. Dikkatle incelerseniz, yer yer eski mezarların aralarında yeni mezarlar dikkatinizi çeker ve bu tarihi mezarlıkta bunun nasıl olabildiği konusu bir türlü anlam kazanmaz beyninizde…

Uzunca bir yürüyüşten sonra yeniden meydana indik. İkimizde boş olması gereken ama olmayan meydana baktık ve oyalanmadan hızla geçtik.

Köşe yazarlarının yemek yiyerek methettikleri lokantaları, acaba doğru mu yazıyorlar yoksa reklam mı diye her zaman düşünmüşümdür. Burada da yine bir köşe yazısından “Mangalda Kuru Fasulye” diye not etmişim telefonuma. Arkadaşım da onaylayınca gidelim dedik ve maalesef ikimizde beğenmedik. Salçada aşırıya kaçılmıştı ve fasulyenin tadı bize göre mahvolmuştu. Lokantadan çıkarken, genç bir beyefendinin ekmeğini kuru fasulyenin suyuna banarak zevkle yediğini gördük. Demek ki her konuda olduğu gibi zevkler değişiyordu.

Balat’a doğru yürürken eskiden kalma Arnavut kaldırımlarının hala yok edilmediğini görmek, bizi şaşırtan, dikkatimizi çeken daha birçok güzellikle çok mutlu olduk. Restore edilmiş harika bir evin yanında izbe boş bir ev görebiliyorsunuz. Bir tarafta bugünü diğer tarafta 50 yıl öncesini gözlemleyip şaşırıyorsunuz. Ve hala hastalarına ayna çekeceğini söyleyen bir doktor tabelası ile karşılaşabiliyorsunuz!

Adeta tüm sokaklarda pozitif ve negatif enerji savaş halinde. Ama onca yılın güzelliği taşlara öylesine sinmiş ki, negatiflik izbe evlerin kırık camlarından bile çıkamıyor.

İstanbul içinde bir güzel İstanbul burası. Bu sokaklara, bu güzellikleri görecek birilerinin elleri değmeli…

Epey dik bir yokuşu tırmanarak, Kırmızı Mektebe ulaştık (Özel Fener Rum Lisesi ve İlköğretim Okulu). Tek kelimeyle muhteşem bir yapı! Eğer hala görmeyeniniz varsa sadece bu binayı görmek için bile buralara gelin derim. Bu okulda öğretmen veya öğrenci olmak muhteşem bir duygu olmalı!

Vikipedi’nin verdiği bilgilere bakarsak: İstanbul Fener’de, İstanbul’da faaliyet gösteren çok az sayıda kalmış Rum eğitim kurumlarından biridir. İstanbul’un en güzel yerlerinden birinde yer alan okul, gerek mimari yapısı gerekse tarihsel değeri ile İstanbul’un en görkemli binalarından biri. Patrikhanenin arkasında, Sancaklar Yokuşu’nda bulunan okul, Fransa’dan getirtilen kırmızı tuğlalardan yaptırıldığı için halk arasında “Kırmızı Okul” diye de anılmaktadır. Haliç’in her iki tarafından da görülebilen okul, kırmızı rengi ve kubbeli mimari yapısı ile hemen göze çarpıyor.

Dönüşte epey yorulmuştuk, gözümüz bir kafe arıyordu ve yolun sonuna geldiğimizde köşede harika ahşap masa ve sandalyeleri olan güzel bir kafe gördük. Masaların hepsi ahşap ve sadece bir tanesi plastikti. Ve sadece o plastik olan masa boştu. Açıkçası oraya oturmak istemedik. Sizce neden herkes plastik masayı bırakıp ahşap olan masalara oturmuştu? Hepinizin de bildiği gibi her eşyanın enerjisi vardır ama, ahşap farklıdır, yaşar. Müthiş bir enerji vardır onda ve siz hiç anlamazsınız, o sizi çeker. Tabi ki artık birçok kafede plastik masa ve sandalyeler var. Hatta ahşap görünümlü plastikler! Yürümeye devam ettik ve maviye boyanmış ahşap sandalyeleri ile harika bir kafe gördük. Öyle ki sandalyelere oturduğumuzda kaldırım taşları ile birleştim ve birkaç yaşam geriye gitmenin güzelliğini yaşadım.

Şimdi böyle bir kafede nasıl bir kahve geldi diye soracak olursanız tek kelimeyle “HARİKA” diyebilirim. Kahve bol köpüklü, küçük bir bardak ile su içinde damla sakızı. Arkadaşım “Oooo damla sakızlı” dedi. Kafe sahibi ise; “ Ah efendim kahveden anlayan birilerinin gelmesi ne güzel! Bu nedir, bunu ne yapacağız diye damla sakızını gösterip soruyorlar” dedi.

Ah bunu yapmasan, o güzelim mekâna egonu eklemesen olmaz mıydı? Herkesin bunu bir ilk gördüğü an vardır öyle değil mi?

Sohbet sohbeti açtı, epey uzun bir süre oturduk. Yağmur çiselemeye başladı ve ben çok uzun yıllar öncesine gittim. Sevgili arkadaşım Ayşe ile Beyazıt’tan Çemberlitaş’a doğru yürürken yağmura yakalanmıştık ve ben sığınacak bir yer ararken arkadaşım “Hayır lütfen ıslanalım” demişti. Sevgili Ayşe, benim güzel Arkeoloğum kim bilir nerelerdesin! Sadece 2 ay okuduğum Arkeolojiden ne güzel bir arkadaşlık doğmuştu. Son görüştüğümüzde Mısır’a gideceğin için çok heyecanlıydın. Bende senin adına sırlar ülkesine yapacağın yolculuk için çok heyecanlanmıştım. Çünkü tur ile seyahate değil orada yaşamaya gidiyordun.

Sevgili Gülten’le ayrılma zamanımız gelmişti. Spontane gelişen bu güzel gezi için birbirimize teşekkür ettik.

Başka bir gezide görüşmek üzere…