Gülhane Parkı

İçinde koru ve gül bahçelerini barındıran Osmanlı İmparatorluğunun dış bahçesiydi Gülhane Parkı. Adını içinde barındırdığı o muhteşem güllerden almış.
Bahçeyi 1912 yılında, İstanbul şehremini, operatör Cemil Topuzlu Paşa park haline getirip halka açmış.  Park 2003 yılında İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından yenilenmiş.

Gülhane Parkı Sultanahmet’ten Sirkeci’ye inen Alemdar Caddesi üzerinde. Parka Sarayburnu tarafında bulunan kapıdan da girebilirsiniz. Ya da tramvayla gelirseniz Gülhane durağında inip kafe bölümünden girerek parka geçiş yapabilirsiniz. Benim en sevdiğim rotasyon ise; Sirkeci’den yürüyerek Soğukçeşme Kapısı’ndan girmek.

Gülhane Parkı – Çeşmeler

Kapı girişinin önünde ve arkasında bulunan tarihi çeşmeler gerçekten çok güzel. Giriş bölümündeki duvarda yer alan çeşme Sultan I. Ahmet Çeşmesi. Çeşmenin önünü maalesef satıcılar yerleşip kapatmış. Bir fotoğraf çekebilmek için izin istemek zorunda kaldım. Ve “kim bilir kaç kişi fark edemeden geçip gitti” diye düşündüm.

Kapıdan girdiğinizde yine duvara yerleşmiş birbirinin aynı çizgilere sahip iki çeşme daha bulunuyor.

Nazım Hikmet ve Gülhane Parkı

Buraya geldiğinizde Nazım Hikmet’in o meşhur dizelerinin aklınıza gelmemesi ve Cem Karaca’nın o muhteşem sesinden şarkının kulaklarınızda çınlamaması mümkün mü? Hatta bir güzellik yapın kendinize; kulaklığınızı takın ve bu güzel şarkı eşlik etsin yürüyüşünüze…

Bu şiirle ilgili farklı rivayetler var elbette. Komünist partisinin, parkta yaptığı piknikle; toplantılarını kamufle için bu şiiri yazdığı söylense de biz en çok Piraye’ye olan aşkını dile getirdiği hikâyeyi düşünmeyi tercih ettik. Öyle ya polisten kaçmak için ceviz ağacına saklanan bir şair aşığın öyküsü kulağa da çok hoş geliyor. Sonuçta o, her şeye yüz bin gözle, yüz bin yürekle bakmasını bilen şair. Ama aslında bu şiiri Gülhane Parkında değil Bulgaristan’da yazmış.

Biz de yüz bin göz ve yürekle seyredelim Nazım’ın Gülhane’sini ve İstanbul’unu. Sonra da milyonlarca kalbi bir yapalım ki bilinçler yükselsin; evrende barış, huzur, mutluluk olsun.

Gülhane Parkı – Alay Köşkü

Gülhane Parkı’nın Soğuk çeşme kapısından girince sol tarafa bakın ve hayranlıkla köşke doğru yürüyün.

Padişahların geçit törenlerini seyretmeleri, asker ve halkı selamlamaları için yaptırılmış bir köşk. Bu nedenle köşke aynı zamanda “Selam Köşkü” denmesine vesile olmuş. XVI. yüzyılda aynı yerde ahşap bir köşk bulunmaktaymış. Köşkün bugünkü yapısını 1819-1820 yıllarında Sultan II. Mahmut yaptırmış. 

Alay Köşkü, ampir üslubu ile yapılmış üç katlı kagir bir yapı. Köşkün ahşap olan dış cephesi mermer ile kaplanmış. Gülhane Parkı’na bakan iki kanatlı iki kapısı ile on dört adet penceresi bulunmakta.

Dolmabahçe’nin yapımında sonra; Alay Köşkü, görevini Dolmabahçe Sarayı içerisinde yer alan Pembe Köşke devretmiş.

Alay Köşkü yeni görevine Telgrafhane olarak devam etmiş. Telgrafhane taşınınca da bir süre boş kalmış. 1938’de Topkapı Sarayı Müdürlüğü’ne bağlanmış. Köşk, kapsamlı bir tadilata geçirilmiş. 1959-1960 yılında tekrar tadilata giren köşkün sonradan eklenen ahşap katları ve bölmeleri kaldırılmış.

Alay Köşkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, 12 Kasım 2011 tarihinde Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi ve Kütüphanesi olarak tekrar hizmete açılmış. İyi ki diyorum… Sanki yıllarca kütüphane olmayı beklemiş gibi! İçeri girdiğinizde o güzel, mutluluk veren enerjiyi hissetmemeniz mümkün değil.

Gülhane Parkı – Aşık Veysel

Aşık Veysel (Veysel Şatıroğlu), 1894 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde doğmuştur. Türk Edebiyatı’na ölümsüz eserler kazandırmış önemli bir halk ozanı.

“Uzun ince bir yoldayım, benim sadık yârim kara topraktır, dostlar beni hatırlasın” gibi muhteşem eserlerini hatırlamayan yoktur sanırım.

İşte Gülhane parkına girdiğinizde Aşık Veysel’in heykelini görüp onu ve eserlerini hatırlıyorsunuz ama “acaba burada olmasının bir öyküsü var mı?” diye de düşünüyorsunuz.

Ünlü ozan Aşık Veysel, 1973 yılının mart ayında hayatını kaybettiğinde, Hürriyet gazetesi yurt çapında bir kampanya başlatmış ve toplanan para ile de Aşık Veysel heykeli yaptırılmış. Aslında heykelin Sivas Hükümet Meydanı’ndaki Selçuklu Parkına konulması düşünülmüş. Ama maalesef bazı çevreler karşı çıkmış. Heykel, 1973 yılının kasım ayında düzenlenen törenle İstanbul’daki Gülhane Parkı’na konulmuş.

Ölümünden 47 yıl sonra da Aşık Veysel’in, şapkası ve sazının simgeleştirildiği anıtının Sivas’ta Alibaba Mahallesi’ne konulması da büyük ozanın memleketiyle buluşmasını sağlamıştır diye düşünüyorum.

İlk şiirini Atatürk için yazan bu büyük ozan, her yıl 21 Mart’ta Gülhane Parkı’ndaki heykeli önünde anılıyor.

İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi (Has Ahırlar Binası)

İstanbul’da Gülhane Parkı’nın içindeki Saray Sur Duvarına bitişik Has Ahırlar Binası’nda yer alır. İslam bilim tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından hazırlanarak 2008 yılında açılmıştır.

Müze, alanında Türkiye’de ilk ve Frankfurt’tan sonra dünyada da ikinci örnek olmasıyla öne çıkıyor.

Detaylı bilgi için:

https://muze.gov.tr/muze-detay?SectionId=IBT01&DistId=MRK

Gülhane Parkı Sarnıcı

Bizans dönemine ait önemli bir su sarnıcı. Yıllarca, biraz daha bekleyin der gibi kendini saklamış.

Gülhane Parkı’nın 1913 yılında düzenlenmesi yapılırken burada bulunan bazı antik kalıntılar dikkat çekmiş. Sarnıcın tarihi net olarak bilinmiyor. Yapı tekniğinden Justiniaus’tan daha önceki bir döneme ait olduğu düşünüldüğünden V. Yüzyılda Bizans döneminde yapıldığı düşünülmekte. Sarnıç tarihsel süreçte bir dönem akvaryum olarak da kullanılmış

Sarnıç dikdörtgen bir plana sahip ve 18×12 metre ölçülerinde ve içerisinde 12 adet sütun bulunmakta. 

Günümüzde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin restorasyon çalışmaları sayesinde sarnıç yeniden hayat bulmuş. Sanat etkinlikleri, söyleşiler ve dinletiler için hazırım der gibiydi. Sanırım yalnız kalmayı pek istemiyor.

Sarnıcın yanında, üzerinde padişah V. Mehmet Reşad’ın tuğrası bulunan, Barok stilde yapılmış bir çeşme yer alıyor.

Gülhane Parkı – Gotlar Sütunu

Gotlar Sütununun ne zaman ve kim için dikildiği bilinmemektedir. Bu konuyla ilgili farklı görüşler vardır. Sütunun kaidesinde “Mağlup olan Gotlardan dolayı bu sütun dikildi” yazılıdır. Prof. Dr. Semavi Eyice yazıtın Latince olduğunu belirttikten sonra sütunun Romalı imparatorlardan birinin Gotlara karşı kazandığı zaferin ardından dikildiğini söylemektedir.

Sütun, üç basamaklı bir kaidenin üstünde yekpare sütunlu. Sütun 15 metre yüksekliğinde ve Korint üslubunda bir başlığı var. Başlığın üzerinde bir kartal figürü olduğu tahmin ediliyor.

Hagios Paulos Yetimhanesi – Gülhane Parkı

Gotlar sütunundan inerken demir parmaklıklarla çevrilmiş tarihi kalıntıları görünce biraz şaşırabilirsiniz. Burası Bizans yetimhanesi; Hagios Paulos.

2.Justinus (565-578) tarafından kurulmuş. Yazık ki parkta kalıntıların ne olduğunu anlayabilmek için hiç tabela konmamış.

Detaylı bilgi için:

https://erkmensenan.blogspot.com/2009/03/hagios-paulos-yetimhanesigulhane-park1.html

Gülhane gezinizi tek bir yoldan değil farklı yolları izleyerek güzelleştirebilirsiniz. Biraz yukarı tırmanarak farklı bir manzaraya merhaba diyebilirsiniz.

Belki de parkın kafesinde çayınızı yudumlamanın zamanı gelmiştir. Lütfen başınızı yukarı kaldırın ve kuş yuvalarını seyredin. Hemen her tür kuşu görebilirsiniz. Onların yemek taşıma telaşına da ortak olabilirsiniz.

Gülhane Parkı; tarih boyunca birçok önemli olaya tanıklık etmiş, bir parktan çok daha fazlası aslında. Bir şehrin hafızası, unutulmaz anıların belleklere kazındığı yer…

Gülhane Parkı – Tanzimat Fermanı

3 Kasım 1839: Sultan Abdülmecit döneminde, Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk adımı sayılan Tanzimat Fermanı, Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından burada okunmuş. Bu yüzden ferman Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da bilinir.

Gülhane Parkı – Harf Devrimi

Atatürk, 10 Ağustos 1928’de halka ilk kez Latin harflerini bir kara tahta üzerinde Gülhane Parkı’nda tanıtmış. Aşağıdaki fotoğraf; Başöğretmen Atatürk ve arkadaşlarının Harf Devrimi öncesi, yazı tahtasının gelmesini beklerken çekilmiş.

Fotoğraf ne kadar içten ve özel. Fotoğraftan çıkıp gelseler diye düşünmekten kendimi alamadım. Bu banklar, dönemin ahşap ve döküm malzemelerine uygun olarak yeniden üretilerek, İBB Park Bahçe ve Yeşil Alanlar Dairesi Başkanlığı tarafından Gülhane Parkı’na yerleştirilmiş. Bunu yaparken, tarihi arka planı da ortaya çıkarmış olmaları gurur verici.

Tüm okul hayatımız boyunca belleklerimize kazınan, hayranlıkla izlediğimiz aşağıdaki fotoğrafı bilmeyenimiz yoktur.

“Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehâl pek çabuk bir zamanda mükemmel surette anlayacağız.”

Atatürk’ün Gülhane Parkı’nda Türk harflerini tanıtımının ardından 1 Kasım 1928’de 29 harften oluşan yeni Türk alfabesi kabul edilmiştir. Atatürk’e “Başöğretmen” sıfatı da 24 Kasım 1928 tarihinde verilmiştir. Atatürk, sadece Türk milletinin değil tüm dünyanın başöğretmenidir.

Gülhane Parkı-Sarayburnu Atatürk Heykeli

Sarayburnu Atatürk Heykelinin cumhuriyet döneminin İstanbul’da yapılan ilk Atatürk Anıtı olması, parkı gezerken sizi müthiş bir zaman tünelinin içinden geçiriyor.

Meşhur heykeltıraş Heinrich Krippel tarafından yapılan heykel, sanatçının Viyana’daki atölyesinde yapılıp dökümü Viyana’da Birleşik Maden İşletmelerinde döküldükten sonra parçalar halinde Türkiye’ye getirilmiş. 1925 yılında yapımına başlanan Heykel’in açılışı 3 Ekim 1926’da yapılmış. 

Sarayburnu aynı zamanda, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Samsun’a gitmek üzere Bandırma vapuruna bindiği yer. Ve aynı zamanda, Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk İstanbul’a ilk gelişinde burada karaya ayak basmıştır.

Sarayburnu İstanbul’un en hâkim noktalarından biri ve Marmara Denizi ve Boğaz’dan gelen gemilerin görülebilmesi de önemini arttırmıştır.

Topkapı sarayının bu noktaya yakın bir güzergâhta olması, Bizantion kentinin de bu noktaya hâkim bir alanda kurulmuş olması bir tesadüf olabilir mi?

Ve Atatürk heykeli, altı okun anlamlarının yazılı olduğu taş plakaların ardından İstanbul’u seyreder.

Detaylı bilgi için:

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/harf-devrimi/

http://www.istanbul.gov.tr/istanbulun-koru-ve-parklari-gulhane-parki

https://www.turkiyenintarihieserleri.com/

Öyküleriyle İstanbul Anıtları  (Sennur Sezer – Adnan Özyalçıner)

Hasankeyf

Bir Hasankeyf Masalı

Batman’a bağlı, Dicle nehrinin iki yakasına kurulmuş tarihi ve ruhu olan bir ilçe. 10.000 yıl öncesine kadar giden bir tarihi ve sahip olduğu zengin tarihsel yapılar; 1981 yılında bütünüyle sit alanı ilan edilerek koruma altına alınmasını sağlamış.

Hasankeyf

Hasankeyf, ‘Mağaralar Şehri’ ya da “Kayalar Kenti“ anlamına geliyor. Kayalara oyulmuş mağara şeklindeki binlerce konuta sahip. Sayıları 4 bini bulan bu mağaralar, binlerce yıldır birçok medeniyete barınma merkezi olmuş.

Asur, Med, Urartu, Pers (Sasani), Roma, Emevi, Abbasi, Hamdani, Mervani, Selçuklu, Artuklu, Eyyübi, Akkoyunlu, Osmanlı dâhil yaklaşık 40 medeniyete ev sahipliği yapan Hasankeyf, Ilısu Barajı suları altında kalacak.

Dicle üzerinde yapımı süren Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santrali baraj gölü nedeniyle, tüm tarihsel önemli kültürel yapılar özel sistemlerle yeni yerlerine taşınarak. Masal olacak olan bu kent için, dilden dile kim bilir ne öyküler yazılacak.

Hasankeyf’i nasıl anlatırsam duygularımı ifade edebilirim diye düşündüğümde; yüreğimdeki sızının burnuma, gözlerime, beynime doğru dağılıp tüm vücudumu kapladığını hissettim. Adeta başka bir boyutta yaşayan insanların zorla oradan çıkarılıp atılmalarına isyanımı kulaklarımın uğultusuyla tüm evrene haykırmak istedim.

Kültürü, yaşanmışlığı binlerle yıla dayanan bu şehirler, tek bir bölgeye, ulusa değil, tüm dünya insanlarına aittir.
Hasankeyf’in hücreleri yeni yerleşim yerlerine taşınırken, yazılacak öykülere maya olsun diye gözyaşlarını Dicle’ye akıtıyor…

Dicle nehri.

Süryânice Kifo (kaya) kelimesinden türetilmiş Kifos ve Cepha / Ciphas isimleriyle bahsedilmiş. Arapça, “Mağralar Şehri” ya da “Kayalar Kenti” anlamında “Hısnı Keyfa” denilmiş. Osmanlılar, Hısnıkeyf ve halk arasında Hasankeyf demişler.

Hasankeyf Kalesinin yekpare taştan olmasından dolayı çeşitli dillerdeki Hasankeyf ifadesi “Taş Kalesi” manasına gelmektedir. Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu, şimdiye kadar karanlıkta kalmış, eldeki bilgi ve verilerin yeterli olmaması nedeniyle kuruluşu hakkındaki görüşler, bir ihtimal olmaktan öteye gitmemiştir.”

Diclenin kıyısında, zamanında medreseler, rasathane, darüşşifa ve diğer eğitim kurumlarıyla bölgenin ilim ve kültür merkeziymiş Hasankeyf.


Yerli rehber Eyüp Ayhan, Hasankeyf’i ve duygularını ne güzel anlatıyor: “Biz burada çok mutlu yaşadık, bize mağara adamı gözüyle bakanlara güldük. Mağara dediğiniz yer, bizim yazın serin, kışın sıcacık yaşadığımız 4+1 evimiz, yuvamızdı”. Hatta bu mağara adamı konusunu sattıkları tanıtım kitapçığına bile bastırmışlar. “Bizi böyle görüyorlar” derken; aslında içten içe tüm ön yargılara bir meydan okuyuş, bir tiye alma hissini nezaketle size geçiriyor.

Eyüp Ayhan’ın uzun uzun anlattığı Hasankeyf anılarını büyük bir zevkle dinliyorsunuz. Karşılığı ise, bastırdıkları bölgenin kitapçıklarını satın almanız. “Bu bölgeye bir katkımız olsun” diyor da, satır aralarında yarın ne olacak endişesini taşıdığını hissediyorsunuz. Kitapçıkların muhteşem fotoğrafları Abdullah Kandemir’e ait. İyi ki vaktiyle çekmiş bu fotoğrafları da bizlerde bu fotoğraflarla bölgenin ruhunu daha çok hissediyoruz.

Hasankeyf Kalesi ( Hısno Koyfa – Kaya Kalesi ):

Yekpare taştan yapılmış ve nehirden 200 m. yükseklikte. Süryani piskoposluğunun merkezi olarak Bizanslılar tarafından yapılmış (M.S.363 ). Kadıköy Konsülü tarafından alınan bir kararla Hasankeyf’teki Piskoposluğa Kardinal unvanı verilmiş (M.S. 451 ). Bizanslıların doğuda yaptıkları en sağlam kale. Hasankeyf kalesinin iki kapısı var: Doğudaki kapıya İmam Abdullah Kapısı, Batıdaki kapıya da Sır Kapısı denilmiş.

Artuklu Köprüsü:

Yapılış tarihi bilinmiyor ancak, köprüdeki taşçı işaretleri, kabartma figürler Artuklulara ait olduğunu düşündürüyor.

Zeynel Bey Türbesi:

Akkoyunlular, 1462-1482 yılları arasında Hasankeyf’te hüküm sürmüşler. Türbe; Osmanlı İmparatorluğunun kazandığı 1473 yılındaki Otlukbeli Savaşında hayatını kaybeden Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu olan Zeynel Beye ait ve Akkoyunlu’lardan kalan tek eser olma özelliği taşıyor.

Türbe, dışarıdan silindirik ve içeriden sekizgen iki katlı bir yapıya sahip. Azerbaycan ve Türkistan yöresi mimari özelliklerini Anadolu’ya taşımış ve bu özelliği yapıyı ayrıca kıymetli kılıyor. Gövde süslemeleri, çini mozaikleri eşsiz özellikler taşıyor.

Zeynel Bey Külliyesi, 3 medrese, 1 imaret, 1 türbe, 1 han ve Dicle kenarına yapılmış bir hamamdan oluşuyor. Bu yapılar, Artuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı devirlerine ait.

Er Rızk Cami:

Günümüze ulaşan Eyyubi Dönemi eserlerinden. 1409 yılında Eyyûbi Hükümdarı Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Caminin ibadet yeri heyelan sonucu yıkılmış. Kitabenin altında bitkisel süsler içinde Allah’ın 99 ismi yazılmış. Minaresi çift yollu ve gövdesindeki geometrik bezemeler ve kufi hatlı Arapça yazıların çok güzel olduğu belirtilmiş.

İmam Abdullah Zaviyesi:

Hz. Muhammed’in soyundan geldiğine inanılan ve yöre halkı tarafından büyük saygı gösterilen İmam Abdullah’a ait zaviye ve türbenin etrafında zamanla gelişen bir külliye konumundadır. 

Büyük Saray (Roma Dönemi Askeri Garnizonu):

Roma döneminde garnizon amaçlı kullanılan yapının, Artuklu ve Eyyubi döneminde saray olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Sarayın ne zaman yapıldığı konusunda herhangi bir kitabe bulunmamaktadır. Ancak Roma dönemi askeri garnizonu olduğu plan ve mimari özelliğinden anlaşılmaktadır.

Hasankeyf’e elveda derken söylemek istediğim son şey; tüm bu kültürel mirasımızı maket üzerinde yerleştirir gibi sağa sola taşırsınız da ruhunu taşıyamazsınız.

Sonuç olarak, taşınınca nasıl görünecek acaba diye sorarsanız, ben de bir soruyla cevaplayabilirim: Sizin kolunuzu, bacağınızı, kafanızı olduğu yerden koparıp düz bir alana yerleştirseler nasıl görünürse öyle görünecek. Ve orada ruhunu ararken bedeniniz; hücreleriniz kanayacak içten içe…


Detaylı Bilgi:

“https://batman.ktb.gov.tr/”
“http://batmankulturenvanteri.org/”
“https://tr.wikipedia.org/wiki/Hasankeyf”
“http://www.hasankeyf.gov.tr/” 

Amasya (Amasia)-4

2
Merzifon dönüşü Amasya’yı gezmeye devam ediyoruz.

Sultan II. Bayezid Külliyesi

1481-1486 yılları arasında, Amasya Valisi Şehzade Ahmet tarafından babası Sultan II. Bayezid adına yaptırılmıştır. Cami, medrese, imaret ve şadırvandan oluşan bir külliye olarak yaptırılan yapının mimarı Şemseddin Ahmet’tir. 15. yüzyılın son çeyreğinde yan mekânlı cami mimarisinin gelişmiş bir geçiş dönemi örneğidir.
Her iki minare hizasında bulunan yaşlı çınar ağaçlarının külliye ile yaşıt olduğu tahmin edilmektedir.
Bu muhteşem yapıya bir kuşevi yaptıran o güzel yürekler nurlarda yatsın.

Bimarhane (Darüşşifa)

İlhanlı döneminden günümüze ulaşan tek eserdir. İlhanlı Hükümdarı Sultan Mehmet Olcaytu ve eşi İlduz Hatun adına Anber Bin Abdullah tarafından 1308-1309 yılında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı, açık avlulu, eyvanlı kenarlarda tonoz örtülü mekanları bulunan tipik Selçuklu Medrese planına sahiptir. Darüşşifa’da tıp eğitimi yapılırken aynı zamanda hastalar tedavi edilmiş, daha sonra akıl ve ruh hastalarının musiki ile tedavi edildiği tıp merkezine dönüşmüş. Anadolu’da müzikle tedavi yapılan ilk hastane olarak bilinmektedir. Amasya Darüşşifası, sadece Anadolu’da değil tüm dünyada akıl hastalarının müzik ve su sesiyle iyileştirildiği ilk yerdir.

Yüzyıllar boyunca çok değerli hekimlerin yetiştiği Darüşşifa’nın en bilinen hekimi Sabuncuzade Şerefeddin Bin Ali’dir.

Şerefeddin Sabuncuoğlu (1385-1470?)

Ortaçağ Türk-İslam tıbbının ve Antik Tıbbın son önemli temsilcilerindendir. Amasya’da doğan Sabuncuoğlu hekimler yetiştiren bir aileye mensup. On yedi yaşından itibaren Amasya Darülşifası’nda çalışmaya başlamış. En önemlisi de, usta çırak usulü ve okuduğu kitaplarla kendini yetiştirmiş. Amasya Darülşifası’nda on dört yıl hekim olarak çalışmış. 1465 yılında hazırladığı Kitab-ül Cerrahiya-i İlhaniyye adlı minyatürlerin de yer aldığı kitabı Fatih Sultan Mehmed’e ithaf etmiş.Hepsi Amasya’da yazılan ve Türk ve Dünya tıbbı için çok önemli olan üç eser ve iki otograf bırakmış. Ayrıca iyi bir hattat ve entelektüel. 1470 yılında öldüğü tahmin ediliyor. Mezarı maalesef kayıp.

Aynalı Mağara

Açıkçası bu mağarada ayna olmadığını bildiğim halde ayna aramış olmamı nasıl yorumlarsınız bilemiyorum 🙂  Bazen bir yere, bir kişiye verilmiş olan isimler insanı koşullandırıyor. Kaya mezarlarının en iyi işlenmiş ve tamamlanmış olanıdır. Yerden dört basamakla çıkılan mezar düz bir kayaya oyulmuştur. Dış cepheden bakıldığı zaman usta bir taş işçiliği ile yapıldığı görülebilir. Mağaranın tamamı parlatılmış. Güneş vurduğu zaman mağaranın cephesinin parlaması buraya aynalı mağara denmesine neden olmuş. Buranın, mezar olarak değil ibadet amacıyla oyulmuş olduğu da düşünülmektedir.

Büyük Ağa Medresesi

Yaz aylarında ve okul çıkışlarında çocuklar gelip Kuran okuyorlar. Ben gezdiğimde her köşesinde bir çocuk Kuran okuyordu. Keşke bu çocuklar her konuda buralarda eğitim alabilseler. Spor, müzik, edebiyat, dil, tarih…

Sultan II. Bayezid’in Kapı Ağası Hüseyin Ağa tarafından 1488 yılında yaptırılmıştır. Planı klasik Osmanlı medrese formundan farklılık gösterir.

Özellikle Selçuklu mezar anıtlarında görülen sekizgen plan şeması ilk kez bu medresede uygulanmıştır.

Saraydüzü Kışla Binası Milli Mücadele Müzesi ve Kongre Merkezi

Cumhuriyetin Doğum Belgesi burada! Binaya girdiğinizde zamanda yolculuk da başlıyor. Buruk, mahcup ve özlem dolu duygularla geziyorsunuz müzeyi…

Atatürk’ün 12 Haziran 1919 tarihinde silah arkadaşlarıyla birlikte Amasya’ya gelerek 22 Haziran 1919 tarihinde Ulusal egemenliğe dayanan, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin temellerini oluşturan Amasya Genelgesini deklare ettiği Saraydüzü Kışlası 1944 tarihinde meydana gelen toprak kayması nedeniyle hasar görmüş bina daha sonra tamamen yıktırılmıştır.

Tarihi önemi gözetilerek aslına uygun biçimde Yeşilırmak kıyısında yeniden inşa edilmiş ve 12.06.2009 tarihinde açılmıştır.

Mustafa Kemal’in Amasya’ya gelişi, karşılama heyeti ve Amasya Tamiminin yayımlanışını anlatan rölyefler ve heykeller ile bu döneme ait bazı belgeler sergilenmektedir.

Ve Sokaklar…

Arka sokaklarını gezmediğimiz bir şehri bence görmüş sayılmayız.

Sokakları eski taşlar kaplamalı Öyle ki; konuşmalı sen yürürken Kimler yürümüş senden önce Hangi çağda, kim gözyaşlarını akıtmış Kimin kahkahaları ruh vermiş, yoldaş olmuş…                                                       G. Eyüboğlu Sizleri sıkmamak adına Amasya’yı dört bölümde gezdik. Ve Amasya’ya minik bir şiirle veda ettik. Güzel yurdumuzun başka bir şehrinde görüşmek  dileğiyle… Detaylı bilgi için: https://amasya.ktb.gov.tr/Eklenti/7063,rehber-tr-mailpdf.pdf?0

Amasya (Amasia)-3

2
Amasya’ya gelmişken ilçesini es geçmek olmaz. Ortasından Yeşilırmak geçmese de tarihin derin izlerini taşıyan bir ilçe. Mesafe yakın ve sürekli dolmuş var. 2-3 saatte rahatlıkla gezip geri dönebilirsiniz.

Merzifon-Kara Mustafa Paşa Camii

Kara Mustafa Paşa tarafından 1666 yılında yaptırılmış. Dikdörtgen planlı caminin dış duvarları tümüyle düzgün kesme taştan örülmüş.

İç kısmı 19. yy. özelliği gösteren kalem işleri ile süslü olan kubbenin sekizgen kasnağının köşe boşlukları yine sekizgen ağırlık kuleleri ile desteklenmiş ve estetik açıdan bir bütünlük sağlanmıştır.

Caminin en dikkat çekici yanlarından biri de avludaki şadırvan. 19. yy.’da yapıldığı sanılan şadırvan temel olarak ahşap yapılıdır. Şadırvanın asıl özelliği ise tavanındaki kalemişi  süslemelerdir. Zileli Emin bu süslemeleri 1875 yılında yapmış. Süslemelerde üç yerin resmedildiğine inanılır. İlki İstanbul’dur. Galata ve Bayezid Kuleleri arası, Haliç ve Galata Köprüsü, Sultanahmet, Ayasofya ve Süleymaniye Camileri ve Çemberlitaş seçilebilmektedir. İkinci sahne Amasya’ya benzetilir. Kale, nehirdeki su değirmenleri ve Bayezit Camii’ne benzer yapılar görülebilmektedir. Üçüncü sahnenin ise Viyana şehri önlerindeki Osmanlı ordusunu tasvir ettiği düşünülür.

Merzifon Bedesteni

Dikdörtgen yapılı bedestenin dört tarafında dışarıya doğru çıkıntılı kesme taştan yapılmış dört büyük kapı vardır.

Yapıldığı zamanlarda kentin ticari merkezi konumundaymış. Bedesten bugün lokanta olarak işlevini sürdürüyor.

Merzifon Taşhanı

Merzifon’da Kara Mustafa Paşa Camii ile Bedesten’in hemen yanında yer alır. Yapım kitabesi bulunmadığı için yapım tarihi tam olarak bilinmese de mimari özellikleri 17. yy.da yapıldığını göstermektedir. Duvarlarında kesme taş ve tuğlanın kullanıldığı han dikdörtgen planlı olup iç mekana güney cephesindeki yuvarlak kemerli büyük bir kapıdan girilir.

Revakların kemerlerinin içleri taş duvarlarla örülmüş, buralara kuşevleri yerleştirilmiş. Kuşlar burada çok mutlu. Böyle güzel eve sahip olmak dostlar başına diyoruz 🙂

Revakların hemen önüne yapılmış iki çeşme mekana çok yakışmış ve çok güzel.

Merzifon Taşhanı bugün otel olarak işlevini sürdürüyor.

Çelebi Mehmet Medresesi

Çelebi Sultan Mehmet tarafından 1414 yılında Ebubekir Mehmet Bin Hamza’ya yaptırılmıştır. Selçuklu medreseleri planındadır.

Kırmızı ve beyaz renkte kesme taş dizileriyle bezenmiş eyvan biçimli taç kapı dikkat çekici. Oyma tekniği ile yapılan ve türünün en güzel örneklerinden biri olan ahşap kapının orijinali halen Ankara Etnografya müzesinde sergilenmektedir.

Merzifon Saat Kulesi

Medrese girişinin üzerinde tuğladan yapılmış silindirik gövdeli bir saat kulesi bulunur. Bu kule medreseye 1866 yılında Amasya Valisi Ziya Paşa tarafından ilave ettirilmiştir. Minareye benzeyen kulenin silindirik kısmında üç çember görülür. Bunların üzerinde şerefeye benzer bir gezmelik vardır. Kulenin bundan sonraki kısmı köşelidir. Gezmeliğin hemen üzerindeyse dört yöne bakan saat kadranları bulunur. Kadranların üzerindeki ikinci katta saatin çanı yer alır. Çanın sesinin daha rahat duyulabilmesi için bu kısmın dört yanına yuvarlak kemerli küçük pencereler açılmıştır. 4.bölümde Amasya’ya geri dönüyoruz. Detaylı bilgi için: https://amasya.ktb.gov.tr/Eklenti/7063,rehber-tr-mailpdf.pdf?0

Amasya (Amasia)-2

0
Amasya Arkeoloji Müzesini gezerken Tarım Aletleri bölümünde Düven’le karşılaşınca anılar sırtımdaki heybede yerlerini aldı ve benim de onları boşaltmaktan başka çarem kalmadı. Anadolu’nun birçok şehrinde geçirdiğim çocukluğum sanırım hayatın bana bahşettiği en büyük şanslardan biri. Buğdayların sararmasını beklerdik sabırsızlıkla ve rüzgarla nasıl güzel dans ederlerdi, bakmaya doyamazdık. Ekinler toplandığında ve Düven’e binme zamanı geldiğinde sevinçten havalara uçtuğumu bugün gibi hatırlıyorum. Öküzler harman alanında döndükçe mutluluktan kahkahalarımız gökyüzüne ulaşırdı. Ancak fazla mutluluğun birde mutsuzluk gibi ikizi de olabiliyor maalesef. O yıl biz köyümüze fındık toplama zamanından önce gittik. Karadeniz’de pek buğday olmaz, azdır, mısır ekerler genelde. Arkadaşlar “haydi harman yerine” diye bağırdıklarında sevinçle koştum ve gözlerime inanamadım. Çok küçük bir alan ve iki kadın Düven’i çekiyor. Bir çocuk biniyor, bir dönüşten sonra diğer çocuk biniyor. Bana sıra geldiğinde; “Ben binmem öküzler nerede, neden siz çekiyorsunuz?” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Onların  “Öküz biziz” cevabı benim kalbimin bir köşesinde ara ara kabuk bağlasa da hiç kapanmayan yarayı hep kanattı. Bugün buradan baktığımda; öküzler için de kalbimde bir yara açılıyor, faytonları çeken zavallı atlar için de… Ve acı çektirilen, kesilen tüm canlılar için…

Arkeoloji Müzesi

Amasya Arkeoloji Müzesi 1925 yılında kurulmuş ve 1980 yılında şimdiki modern binasına taşınmış. Müzede Kalkolitik Çağ, Tunç Çağı, Hitit, Urartu, Frig, İskit, Pers, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerine ait 12 ayrı medeniyetin eserlerini bir arada görmek mümkün.

Geç Neolitik Çağ (M.Ö. 7000- 6500)

Bu dönemde insanların yerleşik hayata geçmesi, tahıl üretimine başlanması, hayvanların evcilleştirilmesi, silah üretiminde küçük av hayvanlarını avlamaya yönelik silahların üretilmesi ve kilden kap kacak yapma teknolojisinin geliştirilmesi gibi değişimler, insanlığın hayatında bir devrim ve dönüm noktası olmuştur. Buna Neolitik Devrim adı verilmektedir.

Kalkolitik Çağ (M.Ö.5500-3200)

Bakırtaş Çağı olarak da bilinen Kalkolitik Çağın özelliği insanların kullandıkları aletlerin yapımında taşın yanı sıra bakırın da kullanılmaya başlamasıdır.

Oluz Höyük

MÖ. 4500 yıllarına deyin uzanan geçmişi ile Oluz Höyük,Amasya’nın Tarihöncesi, Öntarih ve Tarihi çağlarının kronolojik kurgusunu şekillendirmeye başlayan çok önemli antik bir yerleşmedir. Oluz Höyük kazılarında çok sayıda öğütme ve ezgi taşı ele geçirilmiş.

Tunç Çağı (M.Ö.3200-1190)

M.Ö.IV.binin sonu ve III.binin başlarında Anadolu’da yaşayan insanlar bakır madenine yüzde on kalay katarak tunç alaşımı elde etmişler ve bu alaşımdan silah, kap-kacak, ve süs eşyaları yapmışlar. Erken, orta ve son tunç olmak üzere üç döneme ayrılmaktadır. Erken Tunç Çağı: Orta Tunç Çağı: Son Tunç Çağı:  Son Tunç Çağı (M.Ö.1450-1190): Başkenti Hattuşa (Boğazköy) olan Hitit İmparatorluğu dönemini kapsamaktadır. Amasya (Hakmiş), en ihtişamlı günlerini Kral III.Hattuşili ve IV.Tuthaliya zamanında yaşamıştır.

Fırtına Tanrısı Teşup Heykelciği

Bilinen bronz Hitit heykelleri arasında başka bir örneği bulunmayan nadir eserlerden biridir. Hititlerin tanrılar topluluğunun baştanrısı, Gök/Hava tanrısı olup Fırtına Tanrısı olarak da isimlendirilir. Hitit dönemi sonrasındaki uygarlıklar tarafından bu tanrıya ait inancı ortadan kaldırmak için gövdesinin alt yarısının tahrip edildiği düşünülmektedir.

Demir Çağı (M.Ö.1190 – 490)

M.Ö. 9.yüzyılın sonlarında Anadolu’da tüm silahlar ve aletlerin büyük çoğunluğu demirden yapılmaya başlanmış. Demir madeninin yaygınlaşması bu çağa adını vermiş.

İskit Bulguları

M.Ö.8.yüzyılın sonlarından itibaren Avrasyalı atlı savaşçı kavimler olan Kimmer ve İskitler, Karadenizin kuzeyine doğru yayılmaya başlamıştır.  Amasya’da İskitler’e ait bulgular Gümüşhacıköy ilçesi İmirler Köyü’nde kurgan mezarda atıyla birlikte gömülmüş bir savaşçıya aittir.

Helenistik Çağ (M.Ö.330 – 30)

Makedonya Kralı Büyük İskender, Makedonya’dan Asya ve Afrika’ya kadar olan toprakları fethetmiştir. M.Ö.323 yılında Babil’de ölmüş ve kurmuş olduğu Dünya İmparatorluğu İskender’in generalleri arasında paylaşılmıştır. M.Ö.30 yılında Roma İmparatoru Augustus ile son bulan bu 300 yıllık zaman dilimi “Helenistik Çağ” olarak adlandırılmıştır.

Roma Dönemi (M.Ö.30 – M.S.395)

Birden fazla rolü ve kadın rollerini de üstlenebildikleri için masklar antik yunan tiyatrosunda çok önemli olmuş. Helenistik ve Roma dönemi mezarlarına ölü hediyesi olarak bırakılmışlar.

Doğu Roma (Bizans) Dönemi (M.S. 395 – 1453)

Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu), Roma İmparatorluğunun 395 yılında ikiye bölünmesiyle kurulmuş, 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle son bulmuştur. “Bizans” sıfatının da uygunluğu hakkında ciddi itirazlar yapılır. Gerçekte Bizans İmparatorluğu diye bir devlet tarihte var olmamıştır. Gerçekte olan Konstantinopolis’te yerleşik bir Roma Devleti idi.

Beylikler Dönemi (14.yy)

Ahşap sanduka:

XIV.yy başlarında Anadolu’da irili ufaklı birçok beylik kuruluşunu tamamladı. Bu döneme “Beylikler Dönemi” adı verilmektedir.

Amasya Mumyaları

İşbuğa Nuyin ve Cumudar mumyaları Selçuklu dönemine ait. Diğer mumyalar; İlhanlıların Anadolu’daki siyasi egemenlikleri zamanında Amasya Valiliği yapmış olan İzzettin Mehmet Pervane Beye, erkek ve kız çocuklarına ve cariyelerinden birine ait.

Bakırcılık Sanatı

Türk dünyasında maden sanatının izleri oldukça eskilere gidiyor. Çin ve Arap yazılı kaynakları Orta Asya Türkleri için “demir üreten ve bunu en iyi şekilde işleyen budun”, İranlılar ise “çeliğe bürünmüş ulus” ifadesini kullanmışlar.

El Sanatları

El sanatları tabiat şartlarına bağlı olarak ortaya çıkmış. Daha sonra gelişerek “geleneksel” vasfı kazanmıştır. Halı Kilim Dokumacılığı, Peştemal ve Çarşaf Dokumacılığı, Urgancılık, Semercilik, Semavercilik, Bakırcılık.

Tarım Aletleri

(Karasaban, Orak, Tırpan, Düven, Tırmık, Dirgen) Tarım aletleri genellikle köy yaşamında, günlük hayatta kullanılan işlevsel özelliğe sahip aletlerdir. Buğday, orak ve tırpanlarla biçilip önce deste sonra yığınlar haline getirilip, kağnılarla taşınarak harman yerine götürülürdü. Burada düven yardımıyla buğday taneleri başaklardan çıkarılır ve sapları ise samana dönüştürülürdü.

Gücün Simgesi Aslanlar

Anadolu uygarlıklarında aslan, tarih öncesinden başlayarak gücün ve kudretin simgesi olarak kullanıldı. Anadolu’daki ilk örnek Urfa Göbeklitepe’deki tepe T biçimli dikili taşlardaki aslan kabartmalarıdır. Çatalhöyük ve Hacılar’da bulunmuş Neolitik Çağ heykelciklerinde de iki aslan tahtında oturan ana tanrıça Kybele’yi korur biçimde betimlenmiştir.

El Yazmaları

Peygamberler ve Padişahlar Şeceresi (Soy Ağacı) Şecerenin ön yüzünde Hz. Adem’den itibaren insanoğlunun genel bir soy zinciri verilmiş. Kur’ân-ı Kerimde adları zikredilmeyen peygamberlere de yer verilmiş. Toplam 35 peygamber ismi zikredilmiş.  Ayrıca Türklerin Orta Asya dönemindeki hanlarının adlarına yer verilmiş. Söz konusu şecerenin hangi tarihte, kim tarafından yazıldığı veya yazdırıldığı konusunda herhangi bir kayıt bulunmamakta. 18. yüzyıla ait olduğu düşünülüyor.

Sancaklar

İşkodra Sancağı: Bu sancakta vilayet sancağı ile birlikte II. Bayezid Camiinden getirilmiştir. İşkodra’ya gönderilen Amasya Redif taburunun sancağı. Vilayet Sancağı: Bu Sancak 19.2.1987 tarihinde Amasya ll. Bayazıt Camiinden alınarak Müze Müdürlüğü’ne getirilmiştir. Amasya Sancağına ait bayrak / Sancak olarak bilinmekte olup kırmızı atlas kumaştan yapılmıştır. Gümüş/Gümüşhacıköy Sancağı:  Sancak bir zamanlar Haliliye Medresesinde yaşamış ve öldüğü zamanda oraya defnedilmiş olan Garip Hafiz’a ait eşyalarla birlikte Müze müdürlüğüne nakledilmiştir.

Osmanlı Dönemi (19.-20.yy)

Kapı ve Pencere Kanatları:  Seramikler – Gaz Lâmbaları: Silahlar: Amasya gezimizin 2.bölümüne Arkeoloji Müzesi anca sığdı. Özel merakı olanların dışında kimsenin okumadığını düşünsem de ilgisi olanlara ulaşabilirsem ne mutlu bana diyorum. 3.bölümde bir koşu Merzifon’a gidelim geri Amasya’ya döneriz 🙂 Detaylı bilgi için: https://amasya.ktb.gov.tr/Eklenti/7063,rehber-tr-mailpdf.pdf?0  

Amasya (Amasia)-1

0
Bir şehre geç kaldığınızı düşündünüz mü hiç? Anadolu’mun görmediğim her şehri için bu duygu bütün benliğimi kaplar. Ah güzel Amasya, bana ne güzel sarıldın!

Amasya’da ki ilk yerleşmeler mevcut bilgilere göre Kalkolitik Çağa (M.Ö. 5500-3000) kadar uzanmaktadır. Aslında Amasya’nın tarihi de Anadolu’nun tarihi kadar eskidir. Ancak bunu somut temellere oturtabilmek için yoğun arkeolojik kazılar ve bilimsel araştırmalar yapmak gerekecektir. İlk Tunç Çağında da (3000-2500) Amasya’da yoğun bir yerleşmenin olduğu bilinmektedir.  Bu dönem höyüklerine verilecek örneklerden biri de Amasya merkez Yassı höyük (Oluz höyük)’dür. M.Ö. 2500-2000 tarihleri arasında Anadolu’da güçlü bir uygarlık kurmuş olan Hattilere ait önemli yerleşmelerden biri de Amasya Merkez ilçeye bağlı Mahmatlar Höyüğüdür. Mahmatlar Höyük 1949 yılında ne yazık ki defineciler tarafından kaçak kazılar sonucu tahrip edilmiştir.  Hatti egemenliğine Hititler  tarafından son verilmesi üzerine Amasya şehri Hititlerin egemenlik sahasında kalmıştır. Hitit fırtına tanrısı teşup’a ait olan bronz heykel günümüze intikal etmiş önemli Hitit eserlerindendir. Hititlerden sonra da sayısız medeniyetlere ev sahipliği yapan Amasya’da kimler yaşamamış ki! Frigler, Kimmerler, İskitler, Medler, Persler, Pontoslar, Roma ve Bizanslılar.

1075 yılında Melik Ahmed Danişmend Gazi Amasya’yı alarak burada ilk Türk egemenliğini kurmuş. Kent ve kale sırasıyla Selçuklular, İlhanlılar, Eretnalılar ve son olarak Osmanlı Sancağı olarak şehzadelerin yetiştiği bir kent olarak uzun yıllar önemini korur. Kent Selçuklu ve Osmanlılardan kalma pek çok tarihi eserle günümüzde de bu özelliğini devam ettirir. Amasya, Yeşilırmak kenarına kurulmuş düzenli bir kent. Ben Mayıs ayında gezdim. Gezebileceğiniz yerlerin çoğu birbirine yakın mesafede, trafik yoğunluğu yok. Nem neredeyse hiç yok. Sabah uyandığınızda saçlarınızın hiç bozulmadan aynı kaldığını gözlemliyorsunuz. Şimdi bu durum sizin için ne kadar önemli bilemem ama biraz gülümsediğinizi de düşünüyorum 🙂

Yalıboyu Evleri

Yeşilırmak kenarında, tarihi sur duvarları üzerine, ahşap çatkı arası, kerpiç dolgulu olarak inşa edilmişlerdir. Kırma ya da beşik çatı üzeri, oluklu kiremitle örtülü bir biçimde düzenlenmiş olan ve geleneksel Osmanlı evinin bütün özelliklerini bünyesinde taşıyan bu evler, Amasya’nın tarihsel kimliğiyle uyumlu bir görünüm arz etmektedir.

Amasya (Amasia), coğrafyacıların atası olan ve Roma aristokratlarıyla kan bağı olduğu düşünülen Strabon’un da doğduğu şehir (M.Ö 63 – M.S 25). Hem İskenderiye hem de Roma’da öğrenim görmüş. Strabon’un Geographika(coğrafya) eseri, Anadolu coğrafyası ile ilgili en kapsamlı bilgileri içerir ve on yedi cilt olarak hazırlanmış.

Eserin günümüz Türkçesi ile basılmış Antik Anadolu Coğrafyası isimli kısmı yurdumuzun tarihi coğrafyasıyla ilgilidir. Bu da eserlerinden XII., XIII. ve XIV. kitaplarını içermektedir. Strabon’un bu temel eseri konunun uzmanlarına göre yalnızca bir coğrafya kitabı olarak görülmemektedir. Aynı zamanda, antik dönemin bir ansiklopedisi ve coğrafyanın da felsefesi olarak nitelenmektedir. 

Yeşilırmak kıyısına sıralanan tarihi konakları ve yamaçlardaki kaya mezarlarını seyrederek yalıboyu’nda yürüdüğümde bu şehir de bana ait dedim. Tüm diğer şehirler gibi burada da ruhumdan bir parça bıraktım ve kalbimin özenle araladığım bir köşesine Strabon’un Amasia’sını yerleştirdim. Ve tabi ki gondola bindim. Akşam olduğunda çok farklı bir şehir bekliyor sizi ve Amasya içinden başka bir Amasyayı çıkarıyor…

Saat Kulesi

Saat Kulesi ilk kez 1865 yılında Amasya Valisi Ziya Paşa tarafından yaptırılmış. 1940’ta yeni köprünün inşası sırasında hasar gördüğü için yıktırılmış, 2002 yılında yeniden inşa edilmiş. Özellikle gece ışıl ışıl ve köprüden baktığınızda yalı boyu evlerinin ihtişamına arkadaşlık ediyor.

Saat kulesinin zamanı göstermesinin yanı sıra kuşaktan kuşağa aktarılmış bir hikâyesi de var. Anadolu’nun işgali sırasında bir İngiliz askerinin saat kulesinin kapısını kırarak içeri girip, kulenin tepesindeki Türk Bayrağını indirerek İngiliz Bayrağını çekmesi büyük tepkiye yol açmış. Amasya halkı çok üzülmüş, göz yaşları ile dua etmiş ve aynı anda hiç beklenmeyecek bir uğultu yükselmiş, aniden çıkan fırtına, Saat Kulesi’nin tepesinde dalgalanan İngiliz bayrağı’nı param parça ederek Yeşilırmak üzerine savurup atmış. İngiliz askerleri geri çekilerek Hükümet Konağı’na zorlukla sığınmışlar. Halk ise kuleden indirilen Türk Bayrağı’nı besmele ve tekbir sesleriyle tekrar yerine çekmişler.

Amasya Kalesi (Harşena Kalesi)

Bir şehre ne zaman tepeden baksam Yahya Kemal Beyatlı’nın güzel dizeleri gelir aklıma:

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim,sevmediğim hiç bir yer.

Amasya’nın kale’den görünüşü de muhteşem. Bu güzelliği görebilmek için sanırım 150-200 basamak merdiveni çıkmanız gerekiyor. Sonuca odaklandığınızda zor değil, bir koşu çıkıyorsunuz 🙂 Amasya Kalesi Harşena dağı üzerinde yer aldığı için Harşena Kalesi adıyla da biliniyor. Harşena adının Hattiler döneminden (MÖ 2300-1950) kaldığı ve binlerce yıldır değişmeden kullanıldığı girişteki tabelada belirtilmiş. “Güzel Kutlu Akarsu Kenti” anlamındaki Harşuwana-Arşuawana’dan geldiği düşünülüyor. İlk iskânın Tunç çağına kadar uzandığı (MÖ 3200) yine girişteki tabela ve bir çok kaynakta belirtilmiş. Bugünkü mevcut sur harabeleri ve dokular Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait.

Kral Kaya Mezarları

Hatuniye Mahallesi’nin dar sokaklarından, tren yolunu geçerek merdivenler yardımıyla kral kaya mezarlarına kolaylıkla ulaşılıyor. Çıkış son derece rahat ve keyifli.

Pers döneminde Amasya Satraplığı(Valilik) adı altında kurulan yönetim şekli, Mitridatların sülale egemenliği ile bağımsız krallık şeklini almış. Amasya Valisi I. Mitridat Pontus Devleti’nin kurulmasının önünü açıp “Pontus Krallığı”nı ilân etmiş ve adına sikkeler darp ettirmiş. M.Ö 281’den M.S 47’e kadar uzanan Pontus Krallığı zaman zaman Perslerin hakimiyeti altında gölge idare gibi kendini gösterse de Anadolu’da geniş bir coğrafyada hakimiyetlerini sağlamışlar.  Yüzyılı aşkın bir dönemde Roma İmparatorluğu ile dişe diş mücadele verdikleri gibi ağır yenilgilere de uğratmışlar. M.S. 63’te Mitridateslerin 200 yıllık Pontus Krallığı sona ermiş.

Amasya il merkezinde Harşena Kalesi eteklerinde yer alan, kalker kayalara oyularak yapılmış 5 adet kral kaya mezarları bu krallara ait mezarlar. Zenginlerin ölü hediyeleriyle gömüldüklerine inanıldığından Romalılar tarafından yağmalanmış, Danişmentliler zamanında ise tamamen boşaltılarak mezar olma özelliklerini yitirmişler.

Şehzadeler Müzesi

Yaklaşan Timur tehlikesi nedeniyle 1389’da Şehzade Sancağı ilan edilen Amasya bu unvanını uzun yıllar korumuş, bu süre içinde yedisi sonradan padişah olarak Osmanlı tahtına oturan on iki şehzadeyi vali olarak ağırlamış, bu şehzadeleri tahta hazırlayan şehir olmuş Amasya. Yalıboyu’nun en eski köprülerinden Alçak Köprü’nün ayağında, Kral Kaya Mezarlarının eteklerinde, iki katlı ahşap bina Şehzadeler Müzesi olarak tasarlanmış. Şehzadelikleri Amasya’da geçmiş olan Osmanlı sultanlarının aslına uygun resimlerinden yola çıkarak heykelleri yaptırılmış ve kendi dönemlerini yansıtan kıyafetleri giydirilerek hoş bir mizansen oluşturulmuş. Aynı zamanda bir Anadolu Türk evinin bütün özellikleri de yansıtılmış.

Hazeranlar Konağı Etnografya Müzesi

Amasya defterdarı Hasan Talat Efendi konağı 1865 yılında yaptırmış. Ancak konak, adını burada uzun süre oturan Hazeran Hanım’dan almış. Osmanlı Dönemi yöresel sivil mimari eserlerinin özelliklerini yansıtan en güzel yapılardan biridir. Konak, haremlik ve selamlık olarak iki bölüm halinde düzenlenmiş. Konağın restorasyonu 1983’te tamamlanarak, 1984’de Etnografik eserlerin teşhir edildiği Müze Ev olarak hizmete açılmış. Hazeranlar Konağı’nda toplam 984 etnografik eser teşhir edilmektedir. Bu eserler arasında 19. yy. yaşantısını yansıtan giysiler, halı ve kilimler, konakta kullanılan günlük mutfak eşyaları ve kadın ziynet eşyaları gibi malzemeler yer almaktadır.

Amasya Bedesteni

1483 yılında II. Bayezid’in kapı ağalarından Hüseyin Ağa tarafından vakıflarına gelir sağlamak amacıyla inşa ettirdiği bedesten 1668 yılında yaşanan depremde büyük zarar görmüş. Neredeyse harap hale gelen bedestenin sadece beden duvarları sağlam kalabilmiş. Yeşilırmak’a yakın olan bölümü 1950’lerde yıkılarak yerine iş hanı yapılmıştır. Bedesten’in geriye kalan kısmının bugün gördüğümüz halini alması Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce 1971’de yapılan restorasyonla mümkün olmuştur.

Ferhat Su Kanalı

Amasya’ya yaklaşık bin yıl boyunca su taşıyan bu kanal bir mühendislik harikası. Kayalar oyulup tüneller açılarak, yer yer duvar şeklinde tonozlu bir biçimde arazi eğimine göre, su terazisi sistemiyle çalışılmış ve kanalın eğimi binde 7 olarak saptanmış. Bu eğimin, Yeşilırmak’ın bir kolu ve su yolunun başlangıcı olan Çekerek Çayı’nın taban eğimi ile örtüştüğü kabul ediliyor. Tarihsel akış incelenerek kanalın Roma döneminde yapıldığı üzerinde durulmuş. Ayrıca su kanalının inşa biçiminin de bir Roma tekniği olduğu kabul edilmiş. Roma mimarisinin en belirleyici ögelerinden biri kemer ve tonoz kullanımı. Bunu da özellikle köprü ve su kanallarında kullanmışlar. Antik Çağ’ın ünlü coğrafyacısı Strabon eserinde Amasya’dan, kaleden ve kayaya oyulmuş kral mezarlarından söz etmiş. Ama kayaya oyulmuş su kanallarından hiç bahsetmemiş. Roma, Pontos Krallığı’nı İ.Ö. 63 yılında ortadan kaldırmış. Kenti yerle bir etmişler. Amasya, Roma İmparatorluğu’na bağlı bir eyalet olunca İmparator Hadrianus Dönemi’nde (İ.S.117-138) kent yeniden inşa edilmiş. Kanalın da işte bu dönemde yapılmış olduğu kabul ediliyor. Peki bu kanalın adı neden “Ferhat Su Kanalı” olmuş? Amasya halkı, bu dağları delse delse sevdiğine kavuşamamış bir aşık deler diyerek güzel bir efsane oluşturmuş. 🙂

Ferhat ile Şirin Aşıklar Müzesi

Amasya; efsanevi aşkları ile ölümsüzleşen Ferhat ile Şirin’in yaşadığı topraklar olarak bilinmektedir. Şirin’e olan sevdası uğruna kilometrelerce uzunlukta dağları delerek, suyu getiren Ferhat’ın sevdası hâlâ Amasya’da yaşamakta, dilden dile, gönülden gönüle geçmektedir. Hüsrev – ü Şirin, ya da Ferhat ile Şirin adlarıyla İran’lı ve Türk divan şairlerince mesnevi biçiminde yazılmış olan bu halk öyküsü, Orta Asya, Azerbaycan, İran, Türkiye ve Balkanlar’da ülkelere ve yörelere göre bazı değişikliklere uğramış olarak yüzyıllardır anlatılmaktadır. Efsaneye göre Ferhat meşhur bir nakkaştır. Sultan Mehmene Banu, kız kardeşi Şirin için yaptırdığı köşkün süsleme işini Ferhat’a verir. Ferhat köşkte çalışırken Şirini görür ve birbirlerine sevdalanırlar. Ferhat Sultan’a haber salarak Şirin’i istetir. Sultan kız kardeşini vermek istemez. Ferhat’ı oyalamak için, Elma Dağı’nı delip şehre su getirmesini şart koşar. Ferhat Şirin’e olan sevdasının verdiği aşkla, dağları delmeye başlar. Mehmene Banu dağı delip, şehre suyu getirmek üzere olan Ferhat’ın yanına yaşlı dadısını göndererek Şirin’in öldüğü haberini ulaştırır. Ferhat bu acı haber üzerine elinde tuttuğu külüngü havaya atar. Düşen külünk Ferhat’ın başına isabet eder ve Ferhat ölür. Ferhat’ın acı haberini alan Şirin, korku ve heyecanla olayın geçtiği kayalığa gelir. Ferhat’ın öldüğünü görünce bu acıya dayanamaz ve kayalıklardan yuvarlanarak, orada can verir. Her iki sevgiliyi can verdikleri kayalıklarda yan yana gömerler. Müze’de efsane olmuş tüm aşıkların öyküleri yazılarak canlandırma yapılmış. Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliet, Mimar Sinan ve Mihrimah Sultan… Amasya gezisini sanırım iki bölümde anlatsam daha iyi olacak. Daha Amasya Müzesi var, Milli Mücadele Müzesi var, Darüşşifa-Bimarhane var, Merzifon bölümü var… Detaylı bilgi için: http://www.antiktarih.com/2019/06/01/cografyaci-strabon-kimdir https://sutema.org https://amasya.ktb.gov.tr/Eklenti/7063,rehber-tr-mailpdf.pdf?0

Düşler Ülkesi Troya Sergisi

Tarihin ‘aşk, kahramanlık ve uygarlık yuvası’ olarak tanımladığı şehir TROYA… Tarih boyunca Troya Antik Kenti için bir çok destan yazılmış. Yeni nesil genç sanatçılar da  tarihe kulak vermiş, incelemiş ve sanatı ve tarihi muhteşem yorumlarıyla değerlendirmişler. Sanat; tarihin acılarına bile bir güzellik katıyor, sarıyor, sarmalıyor. Emek veren tüm sanatçılarımızı kutluyorum. Kalbime, ruhuma dokundular. Her birine tek tek sevgilerimi gönderiyorum…
Paris ve Helen’in efsanesine konu olan Truva Atı, Troya kentinin ele geçirilmesi için tarihin en zeki savaş hilesi olarak kullanılır… Kumların arasında gömülmüş olan altın elma, aslında olacaklardan korkuyor gibidir… Savaşın, yıkımın ve ölümün metaforu… Troya’da can veren savaşçıların göğüslerine saplanan mızrakların aslında onlara değil geride bıraktıklarına ithaf edilen bir anıt… Agamemnon’un son bakışı… Dünyanın en güzel kadını… Helen… Geçmişi, bugünü ve geleceği ayrılmaz biçimde bir birine bağlayan zamanın formu… Aşağıda vereceğim linkte her eser tüm detayları ile çok güzel anlatılmış. Ben sadece bir kaç fotoğraf ve sanatçılardan bir kaç satır paylaştım. Sergiye gidemeseniz de bu siteyi inceleyerek sergiyi gezebilir, genç sanatçıları tanıyıp eserleri ile ilgili yazılarını okuyabilirsiniz.

“https://www.duslerulkesitroya.com/eserler”

Beyoğlu-Bereketzade Mahallesi

0
Beyoğlu’nun en güzel, en hareketli ve tarih kokan mahallelerinden biri olan Bereketzade Mahallesini gezmek hem gözlerinize hem de ruhunuza iyi gelecek. Haritaya tıklayıp büyütün ve istediğiniz güzergâhı izleyin.  Beyoğlu Bereketzade Mahallesi Haritası Bereketzade Cami İstanbul’un fethi sonrası bu bölgede yapılan ilk mescittir. Fatih Sultan Mehmet Galata’yı fethettiği zaman Galata Kulesi’nin ilk dizdarı (kale komutanı ve Müezzini) Hacı Ali Bereketzade tarafından 1453 yılında yaptırılmıştır. 1948’de yıktırılan mescit 2006 yılında aynı temeller üzerine yeniden inşa edilmiş. Beyoğlu Müftülüğü’nün verdiği bilgilere göre; Galata kulesi’nden mescidin minaresine çıkan ve buradan da Karaköy eski limanına inen, ancak bir kişinin geçebileceği gizli bir geçit mevcuttur. Bereketzade Çeşmesi Hacı Ali Bereketzade tarafından tarafından yaptırılan, Bereketzade Mescidinin yanındaki avluda bulunan Bereketzade çeşmesi, 1948 yılında Galata kulesi’nin ön tarafındaki avluya taşınmış. Galata Kulesi Galata kulesi ilk olarak Bizans imparatoru justinianos tarafından M.S. 507-508 yılında inşa edilmiştir. Günümüzdeki kuleyi 1348-49 yılında Cenevizliler yeniden inşa etmiştir. 1831 yılındaki yangından sonra II.Mahmut kulenin üzerine iki kat daha çıkar ve külah biçiminde olan ünlü dam örtüsüyle kulenin tepesi kapatılır. Kulenin dibinden itibaren bir taraftan tepebaşı, diğer taraftan Tophane’ye uzanan Türk mezarlığı yok edilmiştir. Eski ahşap Türk evlerinin yerine, batı tarzlı apartmanlar yapılmıştır. Detaylı Bilgi:https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/istanbul/gezilecekyer/galata-kules
Aşağıda kulenin dış duvarına asılmış olan soldaki kitabede 1453 yılında Cenevizlilerin Galata Kolonisi anahtarlarını Fatih Sultan Mehmet’e teslim ettiklerini yazmakta. Sağda ise kulenin muhteşem giriş kapısını görüyoruz.
Kuleye çıkmak için bilet alıp asansörü kullanıyorsunuz. 2 asansör var, 7 katı asansörle, 2 katı merdivenle çıkıyorsunuz. İniş merdivenle. Kuleye haritada ki sokakları izleyerek çok farklı yollardan ulaşabilirsiniz. Karaköy’den gelirseniz yokuş yukarı biraz tırmanmak durumunda kalırsınız ama keyifli bir gezi olur. Tünel’i kullanırsanız yokuş aşağı bir gezi olur, yorulmazsınız. Ya da Taksim’den Tünel’e yürüyebilirsiniz. Hangi yoldan ulaşırsanız ulaşın; sokaklardan kuleyi seyrederken mutlaka etkileneceksiniz. Yolun ortasında durup kuleyi arkasına alarak fotoğraf çektiren insanlara esnaf da arabalar da alışkın. Ziyaret saatleri 9-19 arası. Ve Efsaneler…
1- Hezarfen Ahmet Çelebi Hezarfen Ahmet Çelebi, 17. yüzyılda yaşamış olan Müslüman bir Türk bilgini. Leonardo Da Vinci’nin uçma konusundaki çalışmalarından ve 10. yüzyıl Müslüman – Türk âlimlerinden olan İsmail Cevherî’den ilham aldığı söylenmektedir.
IV. Murat zamanında kule tarihinde önemli bir olay yaşamış; Hezârfen Ahmed Çelebi, 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi’nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakmış ve uçarak İstanbul Boğazı’nı geçip 3558 m. ötede Üsküdar’da Doğancılar’a inmiş. Bu bilgilerin tek tarihi kaydı, ünlü Osmanlı seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme isimli eserinde geçiyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen Osmanlı tarihçilerinin birlikte hazırladıkları Osmanlı Külliyatı’nda; başka hiç bir tarihi kaynak tarafından doğrulanmadığı için de bu bilgilere bir efsane olarak bakılıyor. 2- İstanbul’u İstanbul yapan iki muhteşem yapı; Galata Kulesi, Kız Kulesi ve onların efsanevi aşkı… Eski İstanbul fotoğraflarına baktığınızda içinde Galata kulesi ya da Kız Kulesi olmayan fotoğraf ne kadar az değil mi? Galata kulesinin içinden İstanbul’a bakmaktan çok dışarıdan galata kulesine bakmayı daha çok sevdik hep. Ve aynı şekilde Kız kulesine. Galata kulesi ve Kız kulesinin aşkı; bir çok kaynakta farklı ve epeyce uzun cümlelerle anlatılmış. Ben kendi cümlelerimle biraz kısaltarak anlatmayı tercih ettim.
Kız kulesi! Tüm aşıkların ziyaret ettiği, öyküleri dillere destan, herkesi büyüleyen ama koskoca boğazın ortasında onca aşka şahit olup kendisi yapayalnız olan bir güzel kız. Bu yalnızlık onu öylesine mutsuz etmiş ki ne denizin dalga seslerine eşlik edebilmiş ne de martıların şarkı söyleyen çığlıklarına… Ama bir gün İstanbul’un siluetinde yükselen muhteşem Galata kulesini görmüş. Yüzyıllardır beklediği sevgili ne kadar da yakışıklıymış! Galata kulesi de ilk gördüğü gün aşık olmuş denizin ortasında duran bu güzel kıza. Lâkin arada bu koca deniz varken nasıl dile getirecekler aşklarını? Çaresizlik içinde her ikisi de acaba beni seviyor mu diye düşünüp durmuş. Galata kulesi hislerini mektuplara, şiirlere dökmüş ama nasıl ulaştıracaktır bunları sevdiğine. Galata kulesi kara kara düşünürken, Hezarfen Ahmet Çelebi kuleye çıkmış ve Üsküdar’a uçacağını söylemiş. Galata kulesi, Kız kulesine yazdığı mektupları, şiirleri ona ulaştırmasını Hezarfen Ahmet Çelebi’den rica etmiş. Hezarfen Ahmet bu istediği kabul etmiş. Almış mektupları koynuna ve bırakmış kendini koca kuleden boğaza doğru. Ama çılgın esen rüzgar ile bir o yana bir bu yana savrulurken denize düşürmüş mektupları. Kız kulesi merakla izlerken, savrulan mektupları Galata Kulesinin yolladığını hissetmiş, çok mutlu olmuş. Galata Kulesi mektuplarının sevdiğine ulaşamayacağını sanıp çok üzülmüş. Ama görmüş ki dalgalar yardım ediyor aşkına ve mektuplarının her satırı Kız kulesinin kalbine dokunuyor… Aşk her şeyi güzelleştirir. Bu iki kulenin sahip olduğu muhteşem enerji yıllardır insanları büyülüyor ve büyülemeye de devam edecek. Bu büyüyü “İstanbul Destanı” isimli şiirinde ne güzel anlatmış büyük şair Bedri Rahmi Eyüboğlu. İstanbul Destanı

Bedri Rahmi Eyüboğlu

İstanbul deyince aklıma martı gelir Yarısı gümüş, yarısı köpük Yarısı balık yarısı kuş İstanbul deyince aklıma bir masal gelir Bir varmış, bir yokmuş ……… İstanbul deyince aklıma kuleler gelir Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır Ama şu Kız kulesinin aklı olsa Galata kulesine varır Bir sürü çocukları olur ……….
Şahsuvar Cami Fatih devri denizcilerinden Şahsuvar Mehmet Bey tarafından inşa ettirilmiş. Yüzyıllar geçtikçe harap olmuş her seferinde yeniden yaptırılmış. Kapsamlı onarım 2014 yılında başlamış ve 2016 yılında tamamlanmıştır. Neve Şalom Sinagogu Barış vahası anlamına gelen anlamlı bir isim taşıyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi’nden yeni mezun Elyo Ventura ve Bernar Motola adlı iki Yahudi genç böylesi anlamlı bir yapının ancak hissedilerek oluşturulabileceğini ve bu nedenle kendilerine bir fırsat verilmesi gerektiğini savundular. Altı aylık bir çalışmadan sonra, Elyo ve Bernar’ın projeleri cemaat tarafından kabul edildi.  Elyo ve Bernar’ın en önemli sorunu hem görkemli hem de çok ağır bir avizeyi taşıyabilecek bir kubbe inşa etmekti. Proje kapsamındaki kubbenin hesabı ünlü mimar Bodin’e yaptırıldı ve meşhur Garbis Usta’ya döktürüldü. Vitraylar Güzel Sanatlar Akademisi’nde çizildi; camlar da İngiltere’den ithal edildi.  Neve Şalom Sinagogu, 25 Mart 1951 (17 Adar 5711) Pazar sabahı saat 10.30’da, cemaatin dini lideri Rav Rafael Saban’ın önderliğinde, Hazan İzak Maçoro’nun okuduğu Baruh Aba duasıyla başlayan görkemli bir törenle açıldı. 

Neve Şalom’da 1986 ve 2003 yıllarında yaşanan terör saldırılarında hayatlarını kaybeden dindaşlarımızı ve vatandaşlarımızı rahmetle anıyoruz. 

Detaylı Bilgi: www.nevesalom.org 500.Yıl Türk Musevileri Müzesi Karaköy Perçemli Sokak’ta 2001 yılından beri hizmet vermekte olan 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi’nin adresiyle birlikte tüm sergi içeriği de yenilendi. Aralık 2015 tarihinden itibaren Neve Şalom Sinagogu kompleksinde yer alan müze, yeni yüzüyle ziyaretçilerini ağırlıyor. Beyoğlu Haritalarında adresin Karaköy Perçemli Sokak olarak görünmesi gerçekten üzücü. Üç bölümden oluşan müzede Türkiye Yahudilerinin tarihi ve kültürel mirası, ülkenin sosyal ve devlet yaşamına olan katkıları kronolojik bilgiler eşliğinde sergileniyor. Vatan savunmasında Yahudi vatandaşlarımız. İstiklal madalyası sahibi çavuş İshak Levi ve şehitlerimiz. Yükselen ateş. İçinde tevrat rulolarının saklandığı bölüm (Sinegogun en kutsal ve odak noktası olan alan).
Kadın ve Erkek Kıyafetleri
Berit Mila (Sünnet)
Berit İskemlesi
Gelin ve Damat
Bu müzede teknoloji en üst düzeyde kullanılarak bilgiler çok güzel özetlenerek verilmiş. Müzeyi gezmenizi öneririm. İncelediğinizde her şeyin ne kadar evrensel ve bir olduğunu görüyorsunuz. Çeyiz, sünnet, düğün… Detaylı Bilgi:http://www.muze500.com/index.php?lang=tr Asırlardır bir olmayı değil de ayrı olmayı öğreten güçlere inat, umarım Dünya bir olmayı başarır. Başaramazsa çok yazık olacak; her şey için… Ve sokaklar… Her nerede iseniz sokaklarında kaybolun… Böyle güzel çizimlere rastlamak gülümsetir sizi. Ben biraz küfürlü kısımları sildim, bağışlayın. Yıkılmak üzere olan böyle binalarda olmalı değil mi? Yoksa bu güzelim kediler nereyi mesken tutacaklar, nerede barınacaklar! İtalyan Sinagogu – Kal De Los Frankos

Galata Musevi Cemaati yöneticileriyle yabancı uyruklu mensupları arasında, düğün ve cenaze gibi hizmetlere ait harçların tahakkuku konusunda çıkan ciddi anlaşmazlıklar sonrasında çoğu İtalyan uyruklu bazı üyeler ayrılarak yeni bir cemaat kurdular. 1862 yılında, İtalya Kralı’nın himayesinde kurulan ”İstanbul İspanyol-Portekiz ritinde Yabancılar Yahudi Cemaati”, o zamanki adıyla Comunita Israelitico-Straniera di Constantinopoli ilk olarak Karaköy’de bir yer edinerek sinagog olarak kullanmaya başlamıştır. Cemaat Yönetim Kurulunda, yeni bir sinagogun inşası için karar çıkması üzerine Şair Ziyapaşa Yokuşun’da sinagogun halen bulunduğu arsa satın alınmıştır.

Detaylı Bilgi:http://www.turkyahudileri.com/index.php/tr/tarih/sinagoglar/58-italyan-sinagogu-kal-de-los-frankos Sen Piyer Kilisesi 1841 yılında Dominikan Cemati tarafından inşa edilmiştir.13.yüzyıldan beri İstanbul’da yaşayan cemaatin ilk kilisesi bugünkü Perşembe Pazarında idi. Bu bina daha sonra Arap Camii ismiyle camiye çevrilmiştir. Bunun üzerine bu bölgede yeni bir kilise yapımına izin verilmiştir. Bina, Rus Elçiliği binası’nı da inşa eden, Ayasofya’nın restoratörleri olan Fossati kardeşlerden Gaspare Fossati’nin eseridir. Kamondo Merdivenleri Bankalar Caddesinde ünlü Kamondo Merdivenleri gezip görülmesi gereken önemli yerlerden biri. Aynı zamanda Arap Cami Mahallesinden Bereketzade Mahallesine de bir geçiş noktası. Gezinizin başlangıç noktası da olabilir bitiş noktası da. Merdivenler, Avusturya Lisesi’nde okuyan torunlarının yokuşu rahat çıkmaları için, Sefarad Yahudilerinden bankacılıkla uğraşan Kamondo Ailesi’ne mensup olan, Abraham Salomon Kamondo tarafından inşa ettirilmiş. Merdivenlerin zikzaklı yapısı Barok döneminin bir özelliğidir. Sizde o dönemi hayal ederek merdivenlerden çıkın. Zamanda yolculuk iyi gelecektir. Bir mahalle gezisinin daha sonuna geldik. Haritayı baz alarak önemli yerleri vurgulamaya çalıştım. Farklı keşiflerinizi paylaşmanız beni mutlu eder. Bir sonraki mahallemiz: Şahkulu Mahallesi.

Beyoğlu-Arap Camii Mahallesi

Gezimize Kemeraltı caddesinin solunda kalan ve ağırlıklı olarak da; Fermeneciler, Tersane, Bankalar caddesi ile bu caddelerin ara cadde ve sokakları ile devam ediyoruz. Harita üzerine tıklayarak büyük boyutunu açıp, güzergâhınızı belirleyebilirsiniz. Ben her gezimde farklı bir yol izledim. Bankalar Caddesi Voyvoda Caddesi adıyla da anılan bu cadde 16. yüzyılda açılmış. 19. yüzyıldan itibaren de bankerlerin yerleştiği bir cadde olmuş ve Osmanlı’da bankacılığın merkezi haline gelmiş. 1856 yılında Osmanlı Bankası kurulup merkezini Bankalar Caddesine taşıyınca da caddenin ticari anlamda önemi çok artmış, birçok bankanın da merkezi buraya taşınmış. Banker ve banka binalarının yanı sıra ticaretin kalbinin attığı hanlarda sigorta şirketleri ile avukatlık bürolarının bulunduğu cadde, Cumhuriyet döneminde de önemini korumuş. 500. Yıl Türk Museviler Müzesi Haritada görünen 500. yıl Türk Museviler Müzesi Bereketzade Mahallesine taşındığı için bu müzeyi Bereketzade Mahallesinde gezeceğiz. Bereketzade Medresesi Cami Bereketzade Medresesi sokağında, Bereketzade Mehmet Efendi tarafından 1705 yılında medrese olarak yaptırılmış küçük sevimli bir cami. Zaman içerisinde kısmen camiye çevrilmiş. Tünel Tünel, Londra’dan sonra dünyanın en eski ikinci metrosudur. Fransız mühendis Eugene Henri Gavand’ın girişimiyle yapılmış.  Gavand, tünel metrosunu dönemin ticaret ve bankacılık merkezi olan Galata ile Pera arasında sürekli mekik dokuyan insanların yaşamını kolaylaştırmak için düşünmüş. İyi ki de düşünmüş. Halâ her gün yüzlerce yolcu bu güzergâhı kullanıyor. Gavand, Bu iki merkezi birbirine bağlayacak asansör tipinde bir demiryolu projesi için Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz Han’ın huzuruna çıkar, 10 Haziran 1869’da Tünel yapım imtiyazını alır. İşletme süresi 42 yıl olarak belirlenen Tünel `yap-işlet-devret` modeliyle inşa edilir. 05 Aralık 1874’de yapımı tamamlanan Tünel’de önce hayvan taşımalı deneme seferleri yapılır. Daha sonra 10 para yolculuk ücreti karşılığında insan taşımacılığına geçilir. Tünel, 17 Ocak 1875’te yerli ve yabancı davetli topluluğunun katıldığı görkemli bir törenle hizmete açılır. Tünelden sonra Fermeneciler caddesine geçtim. Bu caddede ilerlediğinizde; hırdavatçılar, boyacılar, kaynakçalar, plastikçilerin yer aldığı, yıkık dökük virane binaları görürsünüz. Saat 18’den sonra ise; dükkanların kapanışıyla, rengârenk boyalı yazılar ve resimlerle donatılmış kepenkleri, çöpleri karıştıran martıları görürsünüz. Ve aniden, hızla yürüyen çok şık bayanlar ve takım elbiseli baylar çıkarsa karşınıza sakın şaşırmayın. Onlar hırdavatçıların arasındaki Enomotarchi Han’ın meşhur lokantalarına gidiyorlar. Enomotarchi Han Aşağıdaki resimde Enomotarchi Han’ı ve karşı sokağını görüyorsunuz. Binada, iki lokanta ve bir bar var. Lokantalardan biri balık, diğeri de et lokantası. Her iki lokantanın ve özellikle de en üst kattaki barın manzarası muhteşem. Enomotarchi Han dışında tüm sokak, her şey yıkık dökük. Açıkçası bilerek, araştırarak gelmediyseniz; sokağın başından baksanız, sadece hırdavatçıları göreceğiniz için sokağa girmezsiniz bile. Hele birde nerede ne yenir, ne içilir yazılarını takip etmiyorsanız buranın varlığından haberiniz olmaz. Tabi bir de sokakları sonuna kadar dolaşıp keşfetmeye çalışmıyorsanız! Barın olduğu teras kata çıktığımda martılar işini biliyor dedim; nerede kalacaklar, yemeklerini nerede yiyecekler, şöyle huzur içinde rahatsız edilmeden nerede manzara seyredecekler… Kurşunlu Han Ve hemen yandaki Kurşunlu Hanı es geçmeyin. Burada inanılmaz bir tarih yatıyor. Henüz gitmediyseniz asma ağaçları yeşerdiğinde orada olun. Tabelada “Kurşunlu Han” yazıyor ve “Rüstem Paşa Han” yazısının yeşil boyayla özensizce silinmesi görüntü kirliliğinin boyutlarını düşündüğünüzde insanın yüreğini yakıyor açıkçası. Osmanlı döneminde Rüstem Paşa Vakfiyesi’ne ait olduğundan Rüstem Paşa Hanı olarak da anılan Han’ın içinde hırdavatçılar var yine. Bir de Han’ın içinde, hırdavatçıların dışında inci gibi parlayan heykeltıraş Candan Arıcı’nın atölyesi var. Alt katın büyük bölümü Cenevizlilerin 1200’lü yıllarda yaptığı Saint Michele Katetralinin kalıntısı. Üst katı Mimar Sinan 1544 – 1550 yılları arasında kervansaray olarak inşa etmiş. Kim bilir kimler konaklamış buralarda! Kervan ticareti bitince de esnafın yerleştiği iş hanı olmuş. Birde alt kat ve üst kat arasında çok güzel çavuş üzümleri veren muhteşem bir asma ağacı var. Mevsiminde gelirseniz tadına doyamazsınız diyor esnaf. Makbul İbrahim paşa cami Kurşunlu Han’dan ayrılıp Fermeneciler Caddesi boyunca ilerlediğinizde dükkânların arasında; abartısız, sevimli bir cami çıkıyor karşınıza; “Makbul İbrahim paşa cami”. 1536’da Makbul İbrahim Paşa tarafından yaptırılmış, 2. Mahmut dönemindeyse yenilenmiş. Daha sonra bir yangın geçirince 1913’de sıfırdan yeniden yapılmış. Ahşap minaresi klasik üslupta yapılmış ve çok güzel. Fatih Bedesteni Ayasofya Vakfı Kebiri Tersane Caddesine çıkıp Yeni Haliç Köprüsü’ne doğru ilerlediğimizde, 79 numarada; levhasında “Fatih Bedesteni Ayasofya Vakfı Kebiri” yazan han çıkar karşımıza. Bugün, bedesten içinde hırdavatçıları barındırıyor. Bu nedenle, mesai saatlerinde gelirseniz, hayal gücünüzü pek kullanamayacağınızı söyleyebilirim. Yukarıdaki resimde gördüğünüz kapı açıldığında aşağıdaki manzara ile karşılaşacaksınız çünkü. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında, geleneklere göre bir fetih camisi yaptıracaktır ama bundan vazgeçip Ayasofya’yı cami yapar. Devamlı gelir oluştursun diye de Fatih Bedestenini yaptırır. Arap Cami Tersane Caddesinde ilerleyip Hediye Sokağın başında durun. Sokağın sonundaki farklı ve sizi başka bir zaman dilimine götürecek yapıyı hayranlıkla seyredeceğinize eminim. Yapının özgünlüğü, güzelliği dikkatinizi çekecektir. Hayran kaldığım ve benim de çok geç keşfettiğim meşhur Arap Cami.  

Arap Cami,  Önceleri San Paolo Kilisesi olarak bilinen ibadethane, 1453 yılında şehrin Osmanlı egemenliğine girmesinin ardından camiye çevrildi. Türkiye’nin İstanbul iline bağlı Beyoğlu ilçesindeki Galata semtinde yer alır. Galata kentsel dokusunda beton bloklar arasında, sivri külahlı hayli yüksek kare biçimli kulesiyle hala fark edilebilen Arap Camii; fetih öncesinden kalan İstanbul’un tek Gotik kilisesidir.

Avlu kısmında yapının güzelliğini ve farklılığını iyice görebiliyorsunuz. Sokullu Mehmet Paşa Cami Güzelim yapı; Unkapanı köprüsü ve yeni haliç köprüsü arasına sıkıştırılmışlık hissi veriyor ve yüreğinizin de sıkıştığını hissediyorsunuz.

Unkapanı mevkiinde Unkapanı köprüsünün sağ tarafında yer almaktadır. Yapı Mimar Sinan tarafından 1578 yılında Sokullu Mehmet Paşa adına yapılan eserlerden biridir. Plan şeması Selimiye Camiine benzeyen yapının Minaresi yapıdan ayrı olarak Camiinin sol bölümünde yapılmıştır. Bunun sebebi ise yapının denize çok yakın yapılmasıdır. Camiinin avsulu yoktur. 1807 yılında meydana gelen yangın sonrasında yapının kısmen zarar görmesi sebebiyle onarım geçirmiştir. “https://www.mimarsinan.gen.tr/sokollu-mehmet-pasa-camii-azapkapi/”

Saliha Sultan Çeşme ve Sebili Çeşme 1732-33 yıllarında Hassa Mimarbaşı Kayserili Mustafa Ağa tarafından, Lale Devri üslubuyla inşa edilmiş ve suyu Topuzlu Bendi ’ne bağlı Taksim suyundan getirtilmiş. Tersane caddesinin Unkapanı Atatürk Köprüsüyle birleştiği köşede yer alıyor.  Saliha Sultan Çeşmesi, 18.yüzyılın meydan çeşmesi ve sebil birleşiminin en güzel örneklerinden biri olarak değerlendiriliyor. Ortada yuvarlak, Rokoko üslubunda 3 pencereli bir sebil ve iki çeşmeden oluşmakta. Tarihte sebil nedir? Sebil, Cami, türbe, tekke ve çeşme yanlarında halka parasız su ve şerbet dağıtmak üzere, hayrat olarak yaptırılan kafesli bölme. Sebilin önünden geçen herkese, kafesli bölmeden, mevsimin durumuna göre, hava sıcaksa soğutulmuş, hava soğuksa ısıtılmış içecek ikram ederlermiş.

Çeşmenin ilginç hikâyesi: 

Sultan IV. Mehmet’in eşi II. Mustafa’nın annesi Rabia Gülnuş Valide Sultan arabasıyla gezerken, Azapkapı’nın sokakları arasında küçük bir meydandaki çeşmenin başında, kırılan testisinden elinde kulpu kalmış ağlayan bir kız çocuğu görür ve çocuğu çağırtarak ona para vermek ister. Çocuk ise parayı almaz ve yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla Valide Sultan’a şöyle der: “Testiyi kırdım parası için ağlamıyorum eve su götürmenin üstesinden gelemedim ona ağlıyorum”. Kızın bu sözleri Validenin hoşuna gidince, ailesine haber salınır ve küçük kız saraya alınır. Bu kız büyüdüğünde II. Mustafa’nın eşi Saliha Sultan olacak ve II. Mustafa’ya hamile kaldığında; başında testiyi kırdığı çeşmeyi anımsayıp o küçük çeşmenin yerine daha büyük, daha muhteşem bir çeşme yapılmasını isteyecektir. Onun bu isteğini 1730 tarihinde tahta çıkan, oğlu I. Mahmut gerçekleştirmiştir.

“http://www.tas-istanbul.com/portfolio-view/azapkapi-saliha-sultan-sebili/”

Yeni Haliç Köprüsü ve Surlar Surları yıkmadıkları için şükretmemiz mi gerekiyor acaba! Yeni haliç köprüsünün üzerinden metroya binerek ya da Karaköy’e dönerek istediğiniz bölgeye dönüş yapabilirsiniz. Bir sonraki mahallemiz: Bereketzade Mahallesi.  

Beyoğlu-Kemankeş Karamustafa Paşa Mahallesi

Beyoğlu’nu yazmaya karar verdiğimde öncelikle Karaköy’ü bir semt olarak anlatacaktım. Beyoğlu haritalarını ve mahallelerini incelediğimde ise Beyoğlu ilçesini mahalle mahalle yazmaya karar verdim. Sokakları daha kolay bulup daha rahat gezmeniz için haritayı tıklayıp büyük olanı açabilirsiniz. Ruhunuza iyi gelecek güzel bir gezi olsun.  Bölgeye vapurla geldiyseniz, vapurun yanaştığı yer Karaköy’e geldim dediğiniz ilk yer; yani Kemankeş Karamustafa Paşa Mahallesi. İstanbul’a gelip de Karaköy’den geçmeyen kişi var mıdır acaba! Eskiden yoktu da şimdi bilemiyorum açıkçası. Kadıköy’den ya da Haydarpaşa’dan vapura binmek bir klasikti. Ya Karaköy’e geçilirdi ya da Eminönü’ne. Her zaman dilimi için geçerli olacak bir güzel hissediş de, vapurun açık yan tarafına geçerek bacaklarımızı uzatmak. Dalgaların sesi her zaman iyi gelir. Eh bir de martılara simit atarsanız, onlar da sizinle beraber yolculuğa katılırlar ve adeta kanat çırpışlarını duyarsınız…

“Karaköy, İstanbul’un Beyoğlu ilçesine bağlı bir semti ve en önemli turizm ve ticaret merkezlerinden birisi. Tarih boyunca da öyle olmuş. 1. Boğaz köprüsü yapılmadan önce tüm İstanbulluların bir yakadan diğerine geçmek için en çok kullandıkları güzergah olmuş hep.” 

Karaköy vapur iskelesi! Kim bilir ne çok anıya tanıklık etti, ne kadar çok acı ve bir o kadar da aşk gördü. Bizler; hep bir vapur kaçırma telaşı içinde koşturup durduk yıllarca. Vapur iskelesinin paramparça olduğu o korkunç lodostan beri ne çok yıl geçti…

“Karaköy, Bizans zamanından beri bir liman alanına sahipti. Haliç’in kuzey sahili yerleşim için ayrıydı. Yaklaşık Milattan Sonra 1000 civarında, Bizans İmparatoru Cenovalı tüccarlara bu bölgede yerleşme ve iş yapma iznini vermiş ve garantilemişti.” 

Bence geziye Galata Köprüsünden Karaköy’ü seyrederek başlayın. Ziraat Bankası 1910-12 arasında Avusturya bankası olarak inşa edilmiş.  Üzerindeki heykelleri, kimin, ne zaman, ne amaçla yaptırdığı bilinmiyor. Avusturyalıların bankacılık serüveni hüsranla sonuçlanıyor ve yapı 1944 yılında Ziraat bankasına geçiyor. Ziraat bankası tam köşede ve sanki onu keşfetmemizi bekliyor hissi verir bana hep. Heykelleriyle de dertleştiğini hissederim. Sanırım onların acıklı öyküsünü bilelim ister. Dul Kadın ve Oğullarının, Kral Süleyman Mabedinin inşasının baş mimarı duvarcı Hiram Ustanın öldürülüşünün öyküsünü fısıldar bize.

“Heykeller için yazılan efsanelerden birine göre: Sağdaki heykel ” Duvarcı Hiram Usta”, soldaki heykel ise “Dul Kadın ve Oğulları”. Hiram usta, ayrıca dul kadının oğlu olarak da biliniyor. Hiram, Masonluk zanaatının önemli bir karakteri, Kral Süleyman Mabedinin inşasının baş mimarı. Kendisinden, Yüksek Masonların gizli şifrelerini elde etmek amacıyla girişimde bulunan ancak başarısız olan üç zorba tarafından öldürülür”

Seyahat Sağlığı Merkezi  İskelenin karşısında Seyahat Sağlığı Merkezi var. Türkiye Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü’nün Türkiye genelinde, yurt dışına çıkacaklara seyahat sağlığı hizmeti verdiği yetkili merkez burası. Yeraltı Cami Yeraltı Cami, Karaköy Vapur İskelesi yakınında, Kemankeş Caddesi üzerinde bulunuyor. Eğer henüz görmediyseniz ilk fırsatta mutlaka görün. İçeri girdiğinizde mekan sizi sığınak ve mahzen olarak karşılıyor zaten. Cami olarak da güzel ve bakımlı hale getirilmiş.

Burası aslında kuşatma zamanlarında Bizanslılar tarafından gemilerin Haliç’e girişini engellemek için gerdikleri ünlü zincirin kuzey ucunun bağlandığı Kastellion’un bodrumu. Bu zincirin bazı parçaları günümüzde Deniz Müzesinde bulunuyor.

Mahzen-i Sultani olarak da anılan yapıya, Arap kuşatmalarında şehit düşen sahabelerin gömüldüğü bilinmektedir.

Esere Kurşunlu Mahzen denilmesinin sebebi ise, kapılarının kurşun dökülerek kapatılmış olmasından gelir. Yeraltı Cami, 1725 yılında Sadrazam Mustafa Bahir Paşa tarafından camiye çevrilmiştir. Cami mekanı, kare kesitli elli dört payeyle bölünmüş, bunların üstleri çapraz tonozlarla örtülmüştür. 

https://www.istanbuldakicamiler.com/yeralti-camii-beyoglu

Kemankeş Karamustafa Paşa Cami Biraz ilerlediğinizde solunuzda kat otoparkının karşısında Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camisini göreceksiniz. Karşı kaldırıma geçip inceleyin. Öyle güzel ki! Duvarları, pencereleri, kapıları… Kemankeş Mustafa Paşa tarafından 1642 yılında Saint Antonio Kilisesi arsası üzerine yaptırılmış.  Cami kapısındaki kitabede yazan 1766 tarihinin caminin onarım tarihi olduğu sanılıyor. Caminin giriş kapısının iki yanında Hz Süleymanın mührü olan altı köşeli yıldız dikkat çekiyor. Bir çok kaynakta Yahudiliğin simgelerinden biri olduğunu yazar. Ancak bu sembol, Osmanlı eserlerinde de kullanılmıştır. Aslında bu evrensel bir semboldür ve ilk çağlardan beri kullanılmaktadır. Ön-Türk tarihinde, iç içe geçmiş iki üçgenden oluşan bu yıldız Yaradanı ve Yaratılanı ifade etmektedir. Mumhane, Kemankeş caddeleri ve ara sokaklarında rastgele dolaşırsanız şemsiyelerle süslenmiş sokakları ve nefis kafeleri görüp bir çay molası verebilirsiniz. Aziz Nikola Türk Ortodoks Kilisesi

Karaköy Ayios Nikolaos Kilisesi’nin tarihinin 16. Yüzyıla dayandığı ve mahallenin bu isimle anıldığı tarihi kayıtlarda bulunmaktadır. Kilise 1695 ve 1796 yıllarında iki ayrı yangın geçirmiştir. Yapıda bulunan kitabeye göre bugünkü yapı 1804 yılında yeniden inşa edilmiştir. Ayios Nikolaos isimli kiliseler denizcilere ithaf edilmiştir. (http://www.tas-istanbul.com/portfolio-view/karakoy-ayios-nikolaos-kilisesi/)

Meryem Ana Türk Ortodoks Kilisesi (İstanbul Baş Episkoposluğu Anadolu Ortodoks Kilisesi) 1475 yılında Kırım’dan göç eden Rumlar tarafından inşa edilmiş. Küçük ama harika detaylara sahip kilise en son 1992 yılında onarılmış. Günümüzde Bağımsız Türk Ortodoks Kilisesi olarak kullanılan bu tarihi ve dini mekanın  güzel bir yapısı var. Türk Ortodoks Patrikhanesi, 1922’de Fener Rum Patrikhanesinin gücünü azaltmak için kurulmuş. Patrikhanenin toplam 3 kilisesi bulunmakta. Bunlar: Meryem Ana Türk Ortodoks Kilisesi, Aziz Aya Nikola Kilisesi ve Aziz Aya Yani Kilisesi. Bu üç kilise, Milli Mücadele yıllarında beri Türk Ortodoks Patrikhanesinin kontrolünde. Çatı Kiliseleri
Aya Panteleymon, Aya İlia(Elia) ve Aya Andrea, 19. yy’da Ruslar tarafından inşa edilen  apartman kiliseleridir. Rus hacıların Yunanistan’daki Aynaroz Dağı’na ya da Kudüs’e giderken mola verdikleri dinlenme evlerinin üstüne şapel olarak yapılmışlar.
Çatılara bakıp şapelleri seyretmek gerçekten ilgi çekici.
Aya Panteleymon Rus Ortodoks Kilisesini gezebilmek için 6. kata çıkmam gerekti. Asansör olmadığını da atlamadan belirteyim. Dışardan zili çalıyorsunuz görevli açıyor, 6.kata çıktığınızda da tekrar zil var, izin verirlerse giriyorsunuz. İzin işi burada bitmiyor üzerinizde pantolon varsa uzun bir etek veriyorlar ve başörtüsü takmanız gerekiyor. Pantolon için ise erkek kıyafetidir olmaz diyorlar. Tek kare fotoğraf izni için de ısrarcı bir rica gerekiyor. Fransız Geçidi Kemankeş caddesi üzerinde. 1860’da inşa edilmiş ve Karaköy Limanı’na yanaşan Fransız gemilerinin mallarını Galata’daki Fransız ticaret merkezine taşımak için kullanıldığı sanılıyor. Geçit kendine has yapısı ve kafeleriyle çok özel. Sahil boyunca devam eden inşaat burada da mini yenileme işlemleri olarak yansımasını bulmuş. Oturup bir kahve içeyim dedim ama çalan Fransızca parçalara matkap sesleri karışınca dayanamayıp kalktım. Kadıköy’de de en az beş yıldır kocaman bir şantiyenin içinde yaşadığımız aklıma geldi de  unutmak istediğim bir kelime var mı diye daha önce hiç düşünmediğimi fark ettim… Tarihi Karaköy Polis Karakolu
 Kemankeş caddesi üzerinde. Eski adıyla Voyvoda Karakolu.
Abdülmecit zamanında yaptırılmış olan bina hâlâ karakol binası olarak kullanılıyor. Tanzimat Dönemi Osmanlı armalarının bu karakolda özenle korunduğu çeşitli kaynaklarda belirtilmiş.
  Kılıç Ali Paşa Cami Mumhane caddesinin sonuna geldiğinizde karşınıza muhteşem Kılıç Ali Paşa Cami çıkar.

Kılıç Ali Paşa Külliyesi; camii, hamam, medrese, türbe ve çeşmeden oluşmaktadır. 1580 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilen muhteşem eserlerden biridir. Bu cami denizin doldurulması ile elde edilen zeminin üzerine yalı camisi olarak inşa edilmiştir.

Külliyenin ortaya çıkışının ilginç de bir öyküsü var: Cami inşa ettirmek üzere devrin sultanından arazi ve izin talebinde bulunan paşaya sultan cevaben “O, deryaların serdaru dur, varsın muktedirse camiini de derya üzre yapsun! Yoksa O’na karadan bir karış yer vermem!” der. Bunun üzerine Kılıç Ali Paşa “Hünkarımız doğru derler, bizim evimiz de, mekanımız da deryalardır; o halde mabedimizin de derya üzre inşası uygun olur!” der ve günümüze kadar gelen külliye Mimar Sinan’ın idaresinde deniz üzerinde ortaya çıkar.

Ve muhteşem Kılıç Ali Paşa Hamamı. Hamam işlevinin yanı sıra bekarlığa veda partileri ve kına geceleri de yapılıyor. Sokaklarında rastgele yürüyün. Birinden diğerine geçin geri dönün sonra diğerine geçin. Aşağıdaki gibi bir duvara ya da bir başkasına rastlayabilirsiniz.
Biriktirdikleri paha biçilmez anıları hissetmek için sokakların her taşına sevgiyle bastım. Daha gezilecek çok sokak var. İyi ki var… Bir sonraki mahallemiz: Arap Camii Mahallesi.  

Akdeniz’den Toroslara Yolculuk…(6) Eğirdir Gölü – Yazılı Kanyon- Kremna Antik Kenti

Eğirdir Gölü Sagalassos Antik Kentini geride bırakıp Eğirdir Gölü’ne doğru yola çıktığımızda Ağlasun’un virajlarıyla vedalaşmadım. Sadece görüşmek üzere dedik birbirimize 🙂 Aslında her açıdan bu çok iyi bir yöntem, hüznü yok edip yeniye yer açıyor. Eğirdir gölü muhteşem bir göl. Göl boyunca yürüdüğünüzde nefes aldığınızı, yaşadığınızı hissediyorsunuz. Göl kıyısındaki yerel lokantaların kereviti ve sazan dolması meşhurmuş. Biz de tattık tabii. Başımız göğe erdi mi! Ermedi. Yani öyle muhteşem lezzetler beklemeyin diye söylüyorum. Göl, ördekler için oraya kondurulmuş sanki! Sahibiyiz der gibi yüzüyorlar ve çok mutlular. İyi ki gölün sahibi onlar. İzlerken beni gülümsettikleri için, onlara teşekkür ettim. Eğer biri ya da bir şey; ona baktığımızda bizi gülümsetiyorsa, hiç olmazsa bir teşekkür borçluyuz değil mi? Yazılı Kanyon Tabiat Parkı Dağların arasından muhteşem manzaralar eşliğinde, doğa harikası bir milli park olan Yazılı Kanyona doğru yola çıktık. Göksu Nehri’nin derin vadiler içinde aktığı parkta; kilometrelerce uzunluktaki yürüyüş parkurunda, yaşamınızın en güzel yürüyüşlerinden birini yapacağınıza emin olun. Tabiat parkını tarihi ve dini açıdan önemli kılan bir diğer önemli nokta ise Hristiyanlığı Anadolu’da ilk yayanlardan biri olan Aziz Pavlus’un, Antalya’dan başlayan ve Yalvaç’ta sona eren, “St. Pavlus yolu” olarak bilinen yerin bir kısmını barındırması. Yazılı Kanyon zengin bir bitki örtüsüne sahip: kızılçam, kızılağaç, çınar, ardıç, ceviz, pırnal meşesi, keçiboynuzu, defne, zeytin, sandal, sakız, mersin, alıç, karaçalı, laden, katırtırnağı, zakkum, yaban gülü, sarmaşık… Ve birçok yabani hayvanın da yuvası: domuz, yaban keçisi, tilki, porsuk, su samuru, tavşan, sincap, kartal, kızıl akbaba, doğan, güvercin, üveyik, keklik… 600 hektarlık bir alanı kaplayan tabiat parkında yürürken karşılaştığımız kaya yazıtı, Yazılı Kanyona da adını vermiş. Milattan önce 1. yüzyıla ait olduğu tahmin edilen yazıtlarda, köle olarak dünyaya gelen Yunanlı filozof Epiktetos’un “Hür insan üzerine” adlı şiiri parçalar halinde yer alıyor. Bugün bir kısmı tahrip edilmiş yazıtlar, Antalya Tabiat ve Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu üyesi Prof. Dr. Sencer Şahin tarafından çözülerek, karşılarına Türkçe ve İngilizce tercümeleri asılmış. Epiktetos’a göre; fiziki yapı, görünüş veya doğarken kazanılan sosyal konum, insan iradesinin dışında geliştiği için bir üstünlük olarak kabul edilemez.

“Stoa felsefesinin önemli filozoflarından olan Epiktetos, milattan önce 1. yüzyılda, Hierapolis’te (Denizli, Pamukkale) bir köle olarak doğmuş ve gerçek adı bilinmemektedir. Epiktetos isminin anlamı ‘satın alınmış, edinilmiş’tir. İmparator Nero zamanında Roma’ya götürülen Epiktetos, kendisi de azat edilmiş bir köle olan Epaphridotos tarafından satın alınır ve azat edilir.”

Hür insan şiirinden bir kaç mısra:

“Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola; şunu bilerek: Yalnızca benliğinde hür olan kişidir özgür insan Kendi doğasındadır hürriyetinin ölçüsü Ve kararında samimiyse, Yüreğindeyse dürüstlük, işte bu asil yapar kişiyi Ve bunlarla yücelir insan, hatalarla değil.”

Detaylı bilgi: http://www.ispartakulturturizm.gov.tr/TR,103630/yazili-kanyon-tabiat-parki.html http://www.arkeolojikhaber.com/haber-isparta-yazili-kanyonda-yazitlar-arasinda-yolculuk-2702/ http://www.dunyabulteni.net/haber/326885/krallarin-yolu-yazili-kanyon Kremna Antik Kenti Gezinin son antik kentine doğru yola çıkıyoruz. Kremna gezimiz, önce hafif başlayıp bitimine doğru sağanak haline geçen yağmurla biraz zorlaşsa da pek de aldırış etmiyoruz. Kremna, Yunancada “uçurum” anlamına geliyor. Burayı gezdiğinizde bu anlamın hakkını verdiğini gözlemliyorsunuz. Yaklaşık 1100 metre yükseklikte konumlanmış olan Kremna’nın kuzey, güney ve doğusu çıkılmaz uçurumlarla çevrilmiş. Burdur ilinin Bucak ilçesine bağlı Çamlık köyünde konumlanan Kremna, Aksu Vadisi’ne hâkim bir tepe üzerine Psidia’lılar tarafından kurulmuş önemli bir Psidia şehri. Ayakta kalan yapılar Roma dönemi’ne ait.

İmparator Augustus, bu stratejik konuma sahip kenti, MÖ 25 yılında Pisidia’daki beş koloni kentinden birisi haline getirmiş. Bu dönemden sonra kent oldukça zenginleşmiş ve görkemli kamu yapılarına kavuşmuş.

MS 3. yüzyılda Kremna bir haydut yuvası haline gelmiş, hatta bu dönemde Roma İmparatoru Probus (MS 276-282),  kenti, eşkiyalara karşı iki yıl sürecek bir kuşatma altına almış. 

Yapılan kazılarda çıkarılan büyük ve küçük Atena, Leto, Hygeia, Nemesis giyimli kadın, Apollon, Asklepios ve Herakles heykelleri Burdur Müzesi Kremna Salonu’nda sergilenmektedir. Bu bölgeye yapılan gezilerde Burdur müzesine özel bir zaman ayrılması gerekiyor. Gezdiğimiz antik kentlerden çıkarılan eserlerin burada gözlenmesi, geziye ayrı bir güzellik katıyor. Kremna’nın eski görkemine kavuşabilmesi için daha çok kazı yapılıp çalışılması gerektiğini sanıyorum. Biraz terk edilmiş de kurtarılmayı bekliyor gibi. Ancak, keçiler durumdan son derece memnunlar. Kalıntıların arasında salına salına gezinip otluyorlar. İstanbul’a dönüş yoluna girdiğimizde, bitmeyen hiçbir şey yok diye düşündüm. Önemli olan, biten her ne ise damakta bıraktığı tattı… Detaylı bilgi: http://www.aktuelarkeoloji.com.tr/kremna https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/burdur/gezilecekyer/kremna

Akdeniz’den Toroslara Yolculuk…(5) Ağlasun – Sagalassos

Ağlasun’a doğru yola çıktığımızda; virajları boş vermiştim, her dönemeçte sonbaharın o muhteşem renk cümbüşünü izliyordum. Tepelere doğru çıktıkça güzellikler, merak ve heyecanım artıyordu. Ağlasun’un güzelliklerini izleyerek otelimize ulaştık. Sagalassos Lodge; Sagalassos’a yaraşır, onun büyüsünü yaşatmak için uğraş verilmiş bir otel. Peki, “Neden bu kadar beğendin?” diye sorarsanız; “Muhteşem manzarası ve ayrıntılardaki mütevazi kalite” diye cevaplayabilirim. Sagalassos antik kenti, Burdur’un Ağlasun ilçesinin 7 kilometre kuzeydoğusunda yer alıyor. 1706’da Fransız gezgin Paul Lucas tarafından keşfedilmiş. Kazı çalışmaları, 1989’da Prof. Dr. Marc Waelkens başkanlığında başlamış. Belçikalı Waelkens’ın 2013 yılında emekli olmasının ardından bu göreve, Prof. Dr. Jeroen Poblome getirilmiş. Kazı çalışmalarına Belçika, ABD ve İtalya’daki bazı sivil toplum örgütleri ve akademisyenler de destek veriyormuş. Açıkçası Poblome’nın şu cümlesinin dünya barışına ve BİR olabilme bilincine çok katkısı olduğunu düşünüyorum; “Buradaki çalışmalar için ‘yabancı kazısı’ cümlesini sevmiyorum. Bence bu bir arkeolojik kazıdır ve DÜNYAYA AİTTİR.” Antik Pisidya’nın en önemli kentlerinden biri olan Sagalassos’un ilk yerleşiminin M.Ö.3000 yılına kadar gerilere gittiği biliniyor. Yazılı kaynaklarda bilinen tarihi ise, büyük İskender’in milattan önce 333 yılındaki fethiyle başlıyor. Kentin yükselişi İmparator Augustus döneminde olmuş. Augustus’un Roma topraklarını kavuşturduğu barış ortamının sağladığı olanaklardan Sagalassos da yararlanmış. Yolları yapılmış, ürünlerini  limanlara ulaştırmanın zenginliğine kavuşmuş. UNESCO Geçici Dünya Miras Listesi’nde yer alan antik kent, aynı zamanda Roma’nın beş önemli seramik üretim merkezinden biri olma özelliğini taşıyor. Sagalassos Antik Kenti , şüphesiz Türkiye’nin en ihtişamlı antik kentlerinden biri. Özellikle, antik çağlardan beri suları durmadan akan çeşmeleri, agorası, hamamı ve tiyatrosuyla… Antoninler Çeşmesi Yukarı Agorada bulunan çeşme, M.S. 161-180 yılları arasında Roma İmparatoru Marcus Aurelus tarafından yaptırılmış. 28 metre uzunluğundaki görkemli cephesi ve 9 metre yüksekliğindeki çağlayanlı çeşmesiyle, Roma İmparatorluğunun bir prestij çalışması olarak kabul görmüş. Çeşmede ışık oyunlarına imkan tanıyan kaplan sırtı mavi Afyon mermeri kullanılmış. Sütunlarda ve arkada kalan duvar kaplamalarında düzinelerce renkten oluşan taşlarla görkemli görüntüler oluşturulmuş. Ve bu anıtsal çeşmenin suyu  2010 Yılı Ağustos ayında yeniden akmaya başlamış. Çeşmenin her iki tarafında bulunan iki adet Dionisos heykeli, çeşmenin Dionysos’a adanmış olduğunu düşündürmüş. Burada bulunan heykellerin asılları Burdur Müzesi’nde sergilenirken yerlerine mülajları konulmuş. Kuzeybatı Heroon’un Dans Eden Kızlar Frizi Kabartma serisinde, neredeyse gerçek boyutlarda 14 kız gösterilmiş. Bunlardan en baştaki, kitara çalar, diğerleri birbirinin şallarının ucunu tutarak dans ederler. Bu dans eden kızlar süslemesi, tanrı Dionysos kültü (inancı) ile ilgili bir temadır. Kabartma, yerel Burdur taşından yontulmuş. Hadrian çeşmesi MS 129-132 yıllarına tarihlenen Hadrian Çeşmesi, kentin tek iki katlı çeşmesidir. Boyu yaklaşık olarak 17 metre olan anıtsal çeşme aynı zamanda işlevseldir. Anıt, Sütunlu Cadde’nin tam aksında yer alır. Kente girenlerin çeşmenin üst katını Sütunlu Cadde’den görebilecekleri şekilde inşa edilmiştir. Hadrian Çeşmesi, Sagalassos’un ilk Roma şövalyesi olan, Tiberius Claudius Piso’nun ölümünün ardından, bıraktığı vasiyeti üzerine yapılmış. Piso, anıtsal çeşmeyi İmparator Hadrian’a ithaf etmiştir. Geç Hellenistik Çeşme Çeşme, İmparator Augustus Dönemi’nden hemen önce (MÖ 50-25) inşa edilmiştir. Ufak bir avlu etrafında, su haznesinin ön duvarı ve bunun üzerinde yükselen Dor düzenindeki sütunlar, avlunun üç kenarını çevreler ve taşıdığı çatı ile su haznesinin üstünü örter şekilde inşa edilmiştir. Bu mimarisi sayesinde su; güneş ve kir gibi faktörlerden korunur. Tiberius Kapısı Sütunlu Cadde’nin başı ve sonuna imparator Tiberius zamanında birer anıtsal giriş inşa edilmiştir. Caddenin kuzey tarafında kalan kapıya Tiberius kapısı denir. Bu yapıda kullanılan malzeme, kazılarda ele geçmiştir. Bu anıt, Sagalassos’un en ince işçiliğe sahip yapılarından birisidir. Macellum (Lüks ürünler pazarı) MS 2. yüzyıl sonlarında pahalı gıdalar satan bir pazar yeri (macellum) olarak bilinir. Olasılıkla burada daha önce de (Augustus Döneminde) bir pazar binası olduğu düşünülür. Dükkan, kazılarından elde edilmiş mücevherler, müzik aletleri, cam, metal, işlenmiş kemik ve geyik boynuzundan dekoratif eşya ve aletler, pahalı eşya satışının olduğunu gösterir. Batı Nekropol ve Kuzey Nekropol’ün Kaya mezarları Kentin kuzey bölümünde bulunan düz bir kaya üzerine şekillendirilmiş, düz paneller ile bazılarının üzerinde yazıtlar, üzeri kemerli oyuklar kaya mezarı olarak adlandırılır. Kuzey Nekropol olarak bilinen bölüm içerisinde, imparatorluk dönemine tarihlenen kaya mezarları mevcuttur. Kemerli oyukların içinde kendisinden biraz daha derin, içerisine yakılmış olan ölülerin küllerinin veya kemiklerin yerleşeceği bir hazne ve taş kapakları bulunur. Ya da içinde ölü külü bulunan kaplar niş içerisine yerleştirilir. Kentin Taş Ocakları Sagalassos antik kenti ve civarı bej renkli kireç taşı açısından zengin bir madendir. Günümüzde dahi, antik kentin civarına bir taş ocağı açılması durumu tartışılmış. Kaya mezarlarının oyulduğu alan ise, bir taş ocağıdır. M.Ö 1. yüzyıl ve M.S 3. yüzyıl arasında bu taşlar Sagalassos’un yapılarında kullanılmak için çıkarılmış. Neon kütüphanesi MS 120 yılında Titus Flavius Severianus Neon, ölen babasını onurlandırmak adına yaptırmıştır. Neon Ailesi, kentin en önemli ailelerinden biridir. Hayırsever aile ayrıca pek çok oyunun düzenlenmesinde katkıda bulunmuş ve sponsor olmuşlardır. MS 114-117 yıllarına tarihlenen Efes Celsus Kütüphanesi ile, yapım amacı ve mimari açıdan benzerlikler taşır. Stadion ve Bazilika Stadion, spor ve atletizm müsabakalarının yapıldığı büyük bir sahaya sahip ve etrafında oturma sıralarının yükseldiği dönem ve yerine göre şekillerinde ufak farklılıklar olan yapıya denir. Propagandalarıyla ünlü Roma İmparatorluğu, spor ve atletizm oyunları da bu amaç için sıkça kullanılır. Sagalassos’ta tanrı Apollo Klarios için düzenlenen yarışmalar önemlidir. Bu yarışmalar tüm halka hitap ederken Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olunduğu da aşılanır. Odeon Antik Çağın en büyük odeonlarından biridir. Yapımına M.Ö 27 – M.S 14 yıllarında Augustus döneminde başlanmıştır. Bu kanıya, kazılarda ele geçen bir sütun başlığının tarihlenmesi sayesinde varılmıştır. Bu yapının tamamlanmasının yaklaşık olarak 200 yıl sürdüğü düşünülür. Sahne binasında bulunan iç cephe ancak M.S 200 civarında bitirilmiştir. 1500-2000 kişi civarında bir kapasitesi vardır. Odeon olarak tanımladığımız yapılar tiyatro ve konser salonlarıdır. Yarım daire biçiminde oditoruma ve 50 m uzunluğunda bir sahne binasına sahiptir. Odeon’da tiyatro, müzik, şiir gibi gösteriler yapılır. Sagalassos’dan Eğirdir gölüne doğru yola çıktığımızda buraya tekrar özel olarak geleceğime dair kendime söz verdim. Hatta; bir piknik sepeti yapıp bu antik şehirde bir günümü geçirmeliyim. Hem Ağlasun’u hiç gezemedim ve çok garip kaldı. 1000 yaşında olduğu tahmin edilen anıt çınar ağacını gördüm ama sokaklarıyla el sıkışmadık. Kim bilir bana söyleyecek ne çok şeyi var bu sokakların… Gelecek Yazımız bu gezinin son yazısı olacak: Eğirdir gölü, Kremna antik kenti ve Yazılı kanyon. Detaylı bilgi için: http://www.tursaga.com/tr/ www.arkeolojihaber.net http://www.aktuelarkeoloji.com.tr

Akdeniz’den Toroslara Yolculuk…(4) Kibyra Antik Kenti

6
Kibyra Gölhisar, Akdeniz bölgesinin göller yöresinde ve Burdur iline bağlı sevimli bir ilçemiz. Gölhisar ilçesinin sihri ise; kuzey batısındaki tepelere konumlanmış batı Toroslar’ın cevheri muhteşem Kibyra! Kibyra’ya geldiğimizde, sevgili gezi arkadaşlarımız, buranın harika bir bekçisi olduğunu söylediler ve yöresine sahip çıkan bir özelliğe sahip olduğunu da ayrıca vurguladılar. Rehberimizle telefonlaştılar ve biraz sonra Kibyra’nın 23 yıllık bekçisi sayın İsa Eryurt geldi. Hepimize broşürler dağıttı. Onunla sohbet ettiğimizde dedim ki; işini aşkla yapan birini tanımak ne güzel! Buranın tarihini okumuş, burada kazı yapan arkeoloji hocalarını takip etmiş, sorular sormuş, bilgileri sindirmiş. Ona göre Kibyra, gelecekte Efes antik kenti konumuna gelecek. Onun Gölhisar’a olan bağlılığını ve hizmetini taktir ediyor, bizlere gösterdiği ilgi ve verdiği bilgiler için çok teşekkür ediyoruz. Kibyra sözcüğünün ilk adlandırmasının, eski Anadolu kavimlerinden Luvi halklarının konuştuğu dile ait olduğu ve daha sonra Hellen ağzında “Kibyra” formuna dönüştürüldüğü sanılmaktadır. Burdurun; sarp dağlarla çevrelenmiş olması ve geniş ve sulak ovaları, antik çağlardan beri önemli yerleşim alanlarından biri olmasını sağlamış. Ne demiş Goothe; Eğer su kaynağı senin kendi ruhundan fışkırmazsa susuzluğunu dindiremezsin. Ticaretini doğru ve dengeli yapamayan, üretemeyen uluslar tarih boyunca hep güçsüz düşmüşlerdir. Kibyra antik kenti, antik dönemde Likya, Karya, Pisidya ve Frigya kültür bölgelerinin kesişme noktasında; kuzeyi güneye ve doğuyu batıya bağlayan ticaret yollarının tam merkezinde konumlanmış. Antik kaynaklar ve yazıtlardan okunan bilgilere göre; Kibyra, özellikle demir işçiliği, dericilik, çömlekçilik ve at yetiştiriciliğinde ünlü. Amasyalı gezgin Strabon’un kayıtlarına göre, Kibyralılar aslen Lidyalı olup buradan göç ederek Kabalis bölgesine gelirler. Aynı kaynakta Kibyra’da Lidce, Solymce, Pisidce ve Hellence olmak üzere dört farklı dilin konuşulduğu da vurgulanmıştır. Kentin bugün görülebilen tüm mimari kalıntıları Roma Dönemi’ne aittir. İ.S. 23 yılında meydana gelen büyük bir deprem sonucunda yerle bir olan kente; o zamanki Roma İmparatoru Tiberius 5 yıl için vergi affı getirmiş, ayrıca para yardımında da bulunmuştur. Böylelikle kent yeniden inşa edilebilmiş ve Kibyralılar imparatora olan minnettarlıklarını kentlerinin adını “Caesarea Kibyra = İmparatorun Kibyrası” olarak değiştirerek göstermişlerdir. Kibyra antik kenti; Konglamera olarak adlandırılan bir yapıyla birbirinden derin yarlarla ayrılan üç tepelik üzerinde, kamu, sivil ve dini yapıların belli bir bütünlük oluşturacak biçimde, simetrik olarak düzenlenmesiyle oluşturulmuştur. Bu yapılar, göl ve ova manzarasına hâkim konumda ve hiçbir yapı bir diğerinin manzarasını kesmeyecek biçimde yerleştirilmişlerdir. (Konglamera Yapı: Kum ve çakılların zamanla kaynaşarak sertleşmesi.) Tiyatro Meclis Binası’nın hemen kuzey kenarında, büyük oranda sağlam durumdaki Tiyatro; tüm manzaraya hâkim konumda, ana tepenin doğu yamacına yerleştirilmiş. Yarı dairesel planlı üç katlı oturma sırası, beş kapılı sahne binası ve yaklaşık sekiz bin kişilik izleyici kapasitesiyle, Anadolu’daki orta büyüklükte birçok antik tiyatroyla özdeş olduğu belirtilmiş. Seyircileri güneşe ve yağmura karşı korumak için ahşap direklerin taşıdığı bir örtü sisteminin (Velarium) izleri de görülmekte. Agora (Pazar Yeri) Tiyatro yamacının doğusundan Stadion’a giden ana yol üzerinde aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayrılan agora (pazar yeri). Bugün bile, anıtsal kapısı ve stoasıyla görkemli bir alan oluşturmakta. (Stoa: üstü kapalı, sütunlu galerilere verilen ad) Taşların güzelliğine bakar mısınız? Onca yıldır nelere tanıklık ettiler, ne çok canlının enerjisini biriktirdiler! Nasıl da gururlular, özlem yüklüler anlatamam. Sevgiyle basalım onlara ki sevgimizi alsınlar, enerjileri tazelensin. Bu yapının yine batı girişinde demircilikle ünlü Kibyra’nın demircilerine ithaf edilen bir yazıt geçmişteki ticari canlılığı göstermek istercesine karşılıyor bizi. Aşağıdaki fotoğrafta görülen farklı büyüklükteki yuvarlak oyukların tartı olarak kullanıldığı tahmin ediliyor. Odeon Odeon, antik çağlarda müzik ve konserlerin düzenlendiği salonu ifade ediyor. Aynı zamanda kent meclislerinin de toplanma yeri olan Odeonlar, Kibyra’da bir ilk olarak, kışlık tiyatro ve uluslararası mahkemelerin yapıldığı bir bina olarak da kullanılmış. Bölgedeki 25 kentin yargılama merkezi konumunda bulunan Kibyra’da odeon binası aynı zamanda bölge mahkemesi olarak da işlev görmüş. Odeon binası yaklaşık 3 bin 500 kişilik kapasitesiyle dünya çapında ün sahibi bir amfi tiyatro. Konser izlemek için ne müthiş bir amfi tiyatro değil mi? Bu yıl, 24 Eylül 2017’de İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, Senfonik Türküler Konseri düzenlemiş burada. Umarım önümüzdeki yıl yapılacak konserleri kaçırmayız 🙂 Odeon binasının orkestra salonunun zemininde ‘opus sectile’ yöntemiyle inşa edilen medusa figürlü mozaik de dünyada zemine döşenmiş ilk medusa figürü olarak  kabul ediliyor. Bu buluntuya 2009 yılında ulaşılmış. (Opus sectile: Geometrik biçimlerde kesilmiş renkli küçük mermerlerin belli bir motif oluşturulup  harç üzerine yapıştırılması.)

Medusa Efsanesi: 

Çok farklı anlatımlar var ama bilgi vermek için en fazla anlatılmış olanı sizler için seçtim.

Medusa, o kadar güzelmiş ki, tanrıçaların kıskançlığını üzerinde toplamış, tanrıları da peşinde koşturmuş. Denizlerin tanrısı Poseidon, Medusa’ya hayranmış. Başı öylesine dönmüş ki, bir gün Athena’nın tapınağında Medusa’ya zorla sahip olmuş. Bu durumu kendisi için aşağılayıcı bulan,  Poseidon’la evli olan Athena, Medusa’yı gorgon yaparak cezalandırmış. (Gorgonlar, Yunan mitolojisinde efsaneleşen dişi canavarlar anlamına geliyor.)

Medusa, çok çirkinleşmiş, saçları yılana dönüşmüş, yüzüne bakanlar taş kesilmekteymişler. Gorgon yapma cezasını az bulan Athena Perseus’la iş birliği yaparak Medusa’nın başını kestirmiş. Başı kesildiği anda Medusa’nın Poseidon’dan olma çocukları Pegasus ve Chrysar gövdesinden dışarı fırlamış. Medusa’dan sıçrayan kan damlaları da Libya çöllerine düşüp birer yılana dönüşmüşler.

Şimdi siz burayı gezerken medusa figürünü görebileceğinizi düşünmeyin! İyi korunamamasından korkulduğu için üzeri kapatılmış. İsa Bey’in anlattığına göre; sırf bu figürü görmek için gelen arkeoloji meraklısı bir turist zeminde küçük çakıl taşlarını görünce  şaşkına dönmüş ve olmayan şeyin yazılmasının doğru olmadığını savunarak epey sorun çıkarmış. Ama böyle işte,  üzgünüz! Ayrıca, 2011 yılında odeon’un dış cephesinde 560 metrekarelik diğer bir mozaiğe de ulaşılmış. Hamam Yine meclis binası önünde Geç Roma dönemine ait (M.S. 6-7 yy) Roma hamamı ve seramik atölyesi bulunmuştur. Stadion (Stadyum) Şehre girerken solda muhteşem bir anıtsal kapı ve 12-13 bin kişi kapasiteli, 200 m.’ye varan pist uzunluğuyla Antik Çağ Anadolu’sunun en görkemli stadionları arasında sayılmakta. Hem sportif faaliyetler hem de gladyatör dövüşleri için kullanılmış. Boşuna gladyatörler kenti Kibyra denmemiş. Görüldüğü gibi loca alanları çok şık duruyor. Gezerken bu localara oturun çok keyifli oluyor 🙂 Kazı çalışmaları sonrasında ortaya çıkarılan frizlerde çok sayıda gladyatör frizleri bulunmakta. Hatta kentin nekropol bölgesinden stadyuma doğru gidilen anıtsal yol istikametinde çok sayıda gladyatör mezarının bulunduğu anlaşılmakta. Kente gelenleri karşılayan ilk ve en gösterişli yapı olan stadion, mimarisiyle diğer stadion yapılarından ayrılarak özgün bir planlama örneği sergiliyor. Kibyra; 2016’da UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alındı. Kibyra’dan çıkarılan bir çok eser Burdur Müzesinde sergilenmektedir. Burdur Arkeoloji müzesi gezisi sonrası Ağlasun’a geçtik. Otelimizin de aynı yerde olduğu ve  bir sonraki yazımda anlatacağım muhteşem Sagalassos’a epey virajlı bir yolu takip ederek ulaştık. O heyecanı hep birlikte bir sonraki yazıda tadacağız. Detaylı Bilgi : http://www.golhisar.bel.tr/3/33/golhisar/kibyra-antik-kenti/ Yrd.Doç.Dr. Şükrü ÖZÜDOĞRU – Yrd.Doç.Dr. Eray. DÖKÜ – G. TİYAKİ

Akdeniz’den Toroslara Yolculuk…(3) Salda Gölü

2
Türkiye’nin Maldivleri Salda Gölü… Çoktandır merak ediyordum; hele de yazlık komşumuz bu yaz gidip o kadar methedince sanırım bende gidip görmeye niyet ettim 🙂 Hem Mars gezegenine gitmiş olacaktım hem de Maldivlere 🙂 Dünyada Mars gezegeninin yüzey özelliklerini taşıyan (magnezyum yüklü beyaz kayalar) iki yerden birisi konumunda Salda Gölü. Diğer bölge de Kanada’nın kuzeyinde yer alıyor. Türkiye’nin en derin tatlı su gölü (185 metre). Coğrafya kitaplarında Salda Gölü’nün Karstik olduğu yazıyormuş ama TÜBİTAK’ın yaptığı araştırmaya göre Tektonik oluşumlu olduğuna karar verilmiş. 1989’da 1. Derece Doğal Sit Alanı olarak ilan edilmesiyle, gölde yapılaşma yasak. Bu nedenle; kenarında, köşesinde yazlık ev görmemek harika bir duygu. Gölün toprak yapısında bulunan bir çok mineral nedeniyle; gölün suyunun, bazı cilt hastalıklarına karşı etkili olduğu, mantar ve sivilce problemlerini çözdüğü söyleniyor. Büyük sazan balıklarının yanı sıra kış aylarında önemli sayıda pasbaş, patka ve dik kuyruk ördek ile çevresindeki ormanda keklik, tavşan, tilki, yaban domuzuna ev sahipliği yapıyor bu bölge. Avlanmanın yasak olması çok çok iyi haber. Gölün suyu çok temiz ve yüzülebilir nitelikte. Ancak belediye “Göle girmek yasaktır” levhasını koymuş. Bazı kaynaklar; Göle girenlerin yumuşak çamurumsu bir tabakayla karşılaştığı için gölün biraz ürkütücü gelebildiğini, gölde yüzmenin tehlikelerinden birinin de aniden derinleşmesi ve bazı bölgelerinde taban kumunun çok hareketli olup bataklık etkisi yaratması şeklinde uyarılarda bulunmuş. Yine bazı kaynaklarda ise; korkmadan yüzün, belediye sorumluluktan kurtulmak için bu levhaları koyuyor şeklinde yorumlamışlar ama dikkatli olmakta, bazı uyarıları gözardı etmemekte de fayda var desem de su o kadar muhteşem ki nasıl dayanılır bilemedim. Bu arada, Yeşilova Belediye Halk Plajı; çadır kampı, karavan kampı ve bungalov evlerde konaklama seçeneklerini sunuyor. Ulusal gençlik kamplarının Burdur ayağı burada yapılıyor. Tertemiz havası, sakinliği, mavinin ve yeşilin her tonu ile muhteşem bir doğa harikası Salda Gölü. Burada sadece gölün üzerinde yüzen yaban ördeklerini seyretmek bile yetiyor. Anlatıldığına göre yaz aylarında çok kalabalıkmış. Tüm yakın çevre, yerli, yabancı turistler hınca hınç dolduruyormuş burayı. Zaten soyunma kabinleri filan da konmuş. Belli ki büyük bir grup yüzmek için geliyor. Benim tek dileğim, değerlerimizi korumayı başaralım, güzellikler bozulmasın. Detaylı Bilgi: www.saldagolu.com Devam edecek…  

Akdeniz’den Toroslara Yolculuk…(2) Arykanda Antik Kenti, Elmalı

2

Arykanda, Elmalı’da şarap tadımı…

Kenti anlatmadan önce, sarp kayaların arasından yaşama merhaba diyen bitkileri gözden kaçırmamak adına, ilk sıraya alıp öncelik verdim. Onlar, her şartta, her zaman yaşamın yeniden, yine yeniden başladığının çok güzel örnekleri…

Arykanda…

Likya Birliği’nin çok önemli şehirlerinden biri de denizden 800 mt. yüksekte arkasını sarp kayalıklara dayamış muhteşem Arykanda. Kent, Antalya ili, Finike İlçesi, Arif Köyü sınırları içerisinde yer alıyor. Bey dağlarının güney tarafında, Şahinkaya isimli sarp kayalığın eteğinde. Kente giriş ücretli. İngiliz araştırmacı Charles Fellows, 1838’de mezar yazıtlarına ve sikkelere dayanarak Arykanda’yı keşfetmiş. 1971 yılından itibaren kent Prof. Dr. Cevdet Bayburtluoğlu başkanlığındaki bir Türk kazı ekibi tarafından kazılmaya başlanmış ve maalesef 2010 yılında Bayburtluoğlu bir felç geçirerek görevine veda etmiş ve 2013 yılında da vefat etmiş. Arykanda Antik Kenti’nin ismi Likya dilinde ‘Ary-ka-wanda”, “yüksek kayalığın yanındaki yer” anlamına geliyormuş. Gerçekten de isminin hakkını veriyor. Yürümekle ilgili büyük bir sorununuz yoksa sakın tırmanmaktan vazgeçmeyin. Tırmanışın bitiminde buna değdiğini göreceksiniz. Grek planlı tiyatro 20 oturma sırasına sahip. Aynı mimar veya ustalarca M.Ö. 1 – M.S. 1’de stadion’la birlikte inşa edilmiş. Kentteki en eski buluntular M.Ö. 5. Yüzyıla ait sikke ve çanak-çömlek parçalarıdır.  M.Ö. 2. yy.da Arykanda’nın Likya Birliğine dâhil bir şehir olarak sikke bastığını görüyoruz. Bölgede ve Arykanda’da Roma egemenliği M.Ö. 2.yüzyılın sonlarında başlıyor. Şehrin “doğu nekropolü” olarak isimlendirilen mezar alanı, görüldüğü gibi birçoğu ayakta kalmış anıt mezarlarla dikkati çekiyor. (Nekropol: Mezarlık)   Şehrin su ihtiyacı, büyük bir beceri ve su mühendisliği örneği gösteren tesislerle sağlanmış. Aykırıçay’ın çıktığı yerde sarp kaya yüzeylerine oyulmuş dört ayrı seviyedeki kanal, şehre su getiren sistemin ana hatlarını oluşturmuş. Volkanik bir arazi üzerinde olan Arykanda depremlerden çok etkilenmiş. M.S.141 depreminden büyük zarar görmüş. M.S. 240 yılında bir büyük deprem daha yaşamış. Doç. Dr. V. Macit Tekinalp başkanlığında devam eden kazı çalışmalarında; Pierus adında bir kişiye ait olan ve 1600 yıllık iki katlı villa kalıntıları ortaya çıkarılmış. Kazı Başkanı, çoğu antik kentte kurucularının ismi yer alırken burada yer ismi verildiğini belirtiyor ve 47 yıldan beri bölgede kazı çalışmalarının devam ettiğini söylüyor. Arykanda Antik Kenti’nin bazı kaynaklarda “zevkine düşkün insanların yaşadığı yer” olarak bildirildiğini belirten Tekinalp, “Bu antik kentte 6 hamam bulunuyor. ‘Zevkine düşkün ifadesi’ çok sayıdaki hamamdan dolayı söylenmiş olabilir. Bir dağın yamacındaki bir kent, ulaşımı zor bir yer. Elimizde çok lüks bir yaşam olduğuna dair çok fazla kanıt yok.” diyor.

Tekinalp;

“Villanın MS 435 civarında yangınla tahrip olduğunu düşünüyoruz. Arkeolojik olarak bize ilginç veriler sundu. Yangın ve deprem yaşamış antik kentler biz arkeologlar için çok önemli. Çünkü insanların alıp götüremedikleri eşyalara ulaşabiliyoruz. Bu villayı kullanan kişinin adını da bulduk. Binanın tabanında çıkan mozaik üzerindeki yazıtta burayı kullanan kişinin bilgileri yer alıyor. Yazıtta adı geçen kişi Pierus. Pierus’un büyük bir ailesi olmalı. Ortaya çıkarılan yapı 8 büyük odası olan, yangında tahrip olduğunu düşündüğümüz bir ikinci katı da olan büyük bir villa.”

Pierus’un villası en prestijli konutlardan biri, aileye ait özel hamamları var. Aile kendisi için kullanmadığı sürelerde de ticari olarak kullanıyormuş. Ayrıca villanın manzaralı bir havuzu da varmış. Detaylı bilgi için: http://www.antalyamuzesi.gov.tr/tr/arykanda-orenyeri http://www.arkeolojikhaber.com/haber-bin-700-yillik-8-odali-ve-hamamli-villa-kalintisi-bulundu-4573/ Elmalı… Elmalı’ya doğru yola çıktığımızda; bizim ülkemizin turist çekmek için denize bile ihtiyacı yok diye düşündüm. Dünyanın her yerinden bu antik kentleri görmek için turist yağacağına eminim. Ödenek yeterli olmadığından çok az kazı yapılabiliyor. Buna rağmen, tarihin seyrini değiştirecek kazılar yapılıyor bu ülkede. Vurulan her kazma başka bir medeniyetin varlığını ortaya çıkarıyor. Elmalı’da bağ bozumuna yetişemedik ama sonbaharın tüm güzelliklerini özümsemiş, göz alabildiğine uzanan üzüm bağlarını gezmek de güzel bir ayrıcalıktı. Tur rehberimiz, Sayın Cüneyt Uygur, rehberliğinin yanı sıra şarap eğitimi de almış. Onun sayesinde “Gastro – Arkeoloji” diye bir bilimin olduğunu öğrendim.  Gastro Arkeoloji; eski yaşamlarda ne tür yemek ve içki kültürünün olduğunu ortaya çıkarıyor. Örneğin mayalanmış içkiler kişilere itibar sağlıyormuş. Araştırdığımda; Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümünün bu konuda ciddi araştırmaları olduğunu öğrendim. İnşallah başka bir yazımda bu konuyu inceleme fırsatı bulurum. Şarap üretimi de o kadar kolay değilmiş aslında. Yükseklere çıktıkça şarabın kalitesi artıyormuş. Şarap öyle sıcak havayı da sevmiyormuş. Hele gece ısısı iyice düşerse üretilen  üzümlerin şarap kalitesi iyice artıyormuş. Gündüz ile gece arasında öyle bir sıcaklık farkı oluyor ki burada üzüm hem güneşe doyuyor, hem de gece büzüşerek olgunlaşmasını tamamlıyor. 1100 rakımda dönümlerce arazi üzerinde farklı bağlarda, farklı yüksekliklerde şaraplar üretiyorlar. Benim en çok ilgimi çeken; Likya Şaraplarının sahibi Burak Beyin tarihin izini sürmüş olması. Elmalı’nın bundan 4 bin yıl önce de Hititler ve Likyalılar tarafından şarap kenti olarak biliniyor olması çok etkileyici. Ayrıca “Likya” ismini koymaları da çok isabetli olmuş. Şarap tadımında etiket isimleri dikkat çekici gerçekten. Şaraplarda; Podalia, Arykanda, Patara, Kızılbel gibi Likya kentlerinin isimlerinden etkilenilmesi ayrı bir güzellik yaratmış. Şaraplar tadım için hazır 🙂 Evet şaraplar fıçılarda dinleniyor. Şarap tadımından sonra akşam yemeğini burada yedik. Buraya özgü olan tahinli piyazın güzel olduğunu söyleyebilirim. Elmalı’da kalacak pek fazla otel yok. Damağımızdaki tahinli piyazın ve güzel şarapların tadı ile, kalınabilir nitelikteki tek otele doğru yola çıktık. Devam edecek…

Akdeniz’den Toroslara Yolculuk…(1) Phaselis Antik Kenti

0
Yolculuk! Bazı kelimeler vardır, cümle kurmanıza gerek kalmaz. Enerjisiyle sarar sarmalar sizi… Turumuzun adı “Akdeniz’den Toroslara Bir Yolculuk ve Elmalı’da Bağbozumu” yazıyordu ama bu tarihte bağbozumu olamayacağını da hepimiz biliyorduk. Turla seyahate çıkmayalı sanırım 5-6 yıl oldu. Son yaptığım batı Karadeniz turundan sonra Tövbe dememiştim ama tövbeden beter duruma düşmüştüm. O nedenle çok güvendiğim kişiler önermese asla bu tura da katılmazdım. Havaalanında uçağın biniş kapısında tur lideri bizi karşılayacaktı. Kapıya geldiğimde telefon etmeden kimin tur lideri olduğunu tahmin etmek için bakınınca hemen buldum. Küçük valizi, valizin üzerinde tuttuğu küçük bir çanta ve Indiana Jones şapkası ile tur liderimiz karşımda duruyordu. Hemen gidip tanıştım, tabi ki yanılmamıştım. Tur programını verip turda sadece 5 kişi olduğumuzu söyleyince pek sevdim kendisini 🙂 Tur arkadaşlarımızdan ikisi karı koca doktor ve kızları yurt dışında sanat tarihi doktorası yapıyor. Diğer tur arkadaşımız da arkeoloji meraklısı bir mali müşavir hanım. Sizce de bu gezi muhteşem olmaz mı? Ve öyle de oldu. Antalya hava alanından Phaselis’e (Faselis) doğru yola çıktığımızda ben sanki zamanda yolculuk yapıyordum. Buralara gelmeyeli ne çok yıl geçmişti. Ah muhteşem Phaselis! Senin kalbinden denize girdiğimde nasıl da mutluydum. Yaklaştıkça kalbimin sesi öyle coşmuştu ki, orkestrasını yönetemeyen orkestra şefi gibiydim. Acaba her şey aynı kalabilmiş miydi? M.Ö. 1.ci yüzyılın ortalarında, 23 kentin birleşmesiyle oluşan “Likya Birliği” tarihteki ilk demokratik birlik olması açısından çok önemli. Dolayısıyla günümüz demokratik sistemleri için de esin kaynağı olmuş. Likya Birliğinin önemli şehirlerinden biri de Phaselis. Phaselis, Antalya’ya yaklaşık 55 km, Kemer’e 16 km uzaklıkta bulunan antik Likya kentlerinden biri. Şehir, İ.Ö. 333’de Büyük İskender’i altın taçla karşılamaları ile şehir tarihinin en renkli sayfalarını yaşamış. İskender’den sonra bir çok kere el değiştiren Phaselis, İ.Ö. 167’de Likya Birliğine üye olup birlik sikkelerini basmış.  İ.Ö. 43’de Roma egemenliğine girmiş ve bu dönem şehirde yeniden yapılanma ve en az 300 yıl sürecek refahın başlangıcı olmuş.     Heredot, Likyalılar hakkında şu saptamaları yapmış: Likyalılar’ın kökeni eski devirlerde Yunan olmayan halkın yaşadığı Giritmiş. Fakat hiç kimseye benzemeyen bir töreleri varmış. O da babaları yerine analarının adını kullanmalarıymış. Seviyorum ben bu Likyalıları, üreten enerjiye saygılı,akıllı insanlarmış.         Coğrafi konumu önemli bir liman kenti olduğunu gösteriyor. Üç önemli limana sahip:Biri yarımadanın kuzeyinde diğeri kuzeydoğuda üçüncüsü ise güneybatı kıyısında. Günümüze çoğunlukla Roma ve Bizans dönemi kalıntıları ulaşmış. Bunlar şehrin ana aksını oluşturan ve Kuzey-Güney limanlarını birleştiren ana caddenin iki yanında sıralanmış.

“Cadde, agora ile tiyatro arasında genişleyerek küçük bir meydan oluşturur. Meydanın güneydoğu köşesinde basamaklar tiyatro ve akropolise ulaşımı sağlar. Tiyatro küçük boyutlu tipik bir Hellenistik dönem tiyatrosudur. Roma döneminde sahne binasının eklendiği, Geç Bizans’ta ise sahne binası duvarının kısmen şehri koruyan yeni surların bir parçası olduğu kalıntılarından anlaşılır.”

Günümüze ulaşan en anıtsal yapı ise su kemerleri. Şehrin ihtiyacı olan su, kuzeydeki tepede yer alan kaynaktan getirilmekteymiş. Tarihçiler şehrin baş tanrıçasının savaşın ve bilgeliğin tanrıçası Athena olduğunu yazarlar. Henüz bulunamamış olan Athena tapınağı ve diğer önemli yapıların bugün ormanla kaplı akropol tepesinde yer aldığı düşünülmekte. Bu muhteşem antik kentten denize girmek gerçekten büyük bir ayrıcalık. Ben 25 yıl önce buradan denize girdiğimde kimsecikler yoktu. Şu an Kasım ayının başındayız ve yine çok tenha ama yaz aylarında çok kalabalık olduğunu söyledi rehberimiz. Ayrıca girişin ücretli olduğunu da belirteyim. Suyun sıcaklığını kontrol ettim, sıcacıktı. Biz Finike’ye doğru yola çıktığımızda parmaklarım hala suyun içinde beni bekliyordu 🙂 Eh Finike’de nefis bir balık ziyafetinin sonunda bir sonraki antik kentimizin heyecanı çoktan sarmalamıştı hepimizi… Gelecek yazımız: Arikanda Antik Kenti ve Elmalı’da şarap tadımlı akşam yemeği. Detaylı bilgi için: http://www.antalyamuzesi.gov.tr/tr/phaselis-orenyeri http://www.muze.gov.tr/tr/muzeler/phaselis-orenyeri

Lagina Hekate Antik Kenti

Hekate’nin Laginası… STRATONİKEİA Antik Kentini gezenler, Tanrıça Hekate’yi hissederlerse onun Laginasını mutlaka görürler… Stratonikeia’dan sonra  Lagina’da Hekate ile buluştum. Hekate, her yerdeydi; sütunlarda, ağaçların gövdesinde, üzerine bastığım taşlarda, kuşların cıvıltısında, rüzgârın sesinde, sessizliğin içinde… Lagina Hekate kutsal alanı, Muğla ilinin, Yatağan İlçesi’ne bağlı Turgut Beldesi (Leyne) sınırları içerisinde yer alıyor. Yatağan- Milas karayolu üzerindeki Termik santralin yanından sağa ayrılan yola sapıyoruz ve 9 km sonra Lagina’dayız. Son yapılan araştırmalar, yörenin eski Tunç Çağından (İ.Ö. 3000) günümüze kadar kesintisiz bir iskâna sahip olduğunu göstermektedir. Burada ilk araştırma 1743’te Richard Pockocke tarafından gerçekleştirilmiş. Daha sonra 1891 yılında Türk müzeciliğinin kurucusu sayılan Osman Hamdi Bey kazı çalışmalarını başlatmış. 1993 yılında ise, arkeolojik kazı ve restorasyon çalışmaları Muğla Müzesi Müdürlüğü başkanlığında, Mimar Arkeolog Ahmet Tırpan’ın bilimsel danışmanlığında tekrar başlatılmış. Osman Hamdi Bey ile başlatılan bu kazılar, ülkemizde Türkler tarafından gerçekleştirilen ilk arkeolojik kazı özelliğini taşıyor. Dolayısıyla Lagina’yı gezmeden önce Osman Hamdi Bey’i ve Osman Hamdi Bey Evi Müzesini tanımak büyük önem taşımaktadır diye düşünüyorum. OSMAN Hamdi Bey: 1842 yılında İstanbul’da doğan Osman Hamdi Bey; İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu,  Arkeolog, Ressam, Yazar ve Kadıköy’ün ilk belediye başkanı. Nemrut Dağı Tümülüs’ünde, Lagina’da bulunan Hekate tapınağında kazılar yapmış. En önemli arkeolojik kazısı 21 lahdin çıkarıldığı Sayda kral mezarlığı kazıları(Sidon-Lübnan). Bu kazılarda, dünyaca ünlü İskender Lahdini bulmuştur ve İstanbul Arkeoloji Müzesinin en önemli parçalarından biri olarak sergilenmektedir. Yürürlükte bulunan Asar-ı Atika Nizamnamesini yeni baştan düzenleyerek, eserlerin yurt dışına çıkarılmasını yasaklayan maddeler koyacak kadar ileri görüşlüdür Osman Hamdi Bey. Osman Hamdi Bey iki kez evlenmiştir ve iki eşi de Fransızdır. Bazı kaynaklar doğrulamasa da, efsane olmuş bir aşk hikayesi de dilden dile dolaşır:

Zeliha!

Osman Hamdi Bey’i, Leyneliler çok sever ve onun adını, “Taşçı Paşa” koyarlar. Taşçı Paşa, Batı kültürü almış, çağdaş düşünceli bir insandır. Burada kaldığı süre içinde, bilgisi ve kültürüyle yöre halkına ışık olur.

Osman Hamdi Bey konağın sahibi Tahir Bey’in çakır gözlü güzel kızı Zeliha’ya âşık olur. Zeliha da Osman Hamdi Bey’in Avrupa yaşamından ve modernliğinden etkilenir.  Konağın geniş bahçesinde, nar ve narenciye ağaçları arasındaki kamelyada uzun sohbetleri olur. Osman Hamdi Bey konağın bahçesinden her gün kırmızı bir gül kopararak Zeliha’ya verir. Bu görüşmeler uzun süre devam eder. Leyne’den ayrılma vakti geldiğinde, Osman Hamdi Bey Zelihayı babasından ister. Babası “benim taşçıya verecek kızım yok” diyerek reddeder. Taşçı Paşa, kalbini Leyne’de bırakarak İstanbul’a döner. Daha sonra Zelihayı başkasına verirler. Düğün öncesinde, Osman Hamdi Beye düğün davetiyesi gelir. Osman Hamdi Bey, bir porselen tabağın ortasına, kır çiçekleri içinde bir gül resmi yapar ve düğün hediyesi olarak gönderir. O gül, onun Leyne’de bıraktığı kalbidir.”

Osman Hamdi Bey Evi Müzesi: Osman Hamdi Bey Turgut’a (Leyne) gelerek kazı çalışmalarına Lagina’da başlar. Türk tarihindeki arkeolojik kazı alanı olan Lagina’dan çıkan eserler, bu konakta muhafaza edildiği için Türk Tarihindeki ilk Arkeolojik Kazı Evidir.   Osman Hamdı Bey, gerek kendinden önce toplanan ve gerekse kendi kazı çalışmaları sırasında bulduğu heykel ve kabartmaları İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne götürerek, Lagina’nın  heykeltıraşlık eserlerinin yurt dışına götürülmesini önlemiştir. Kazı evi duvarlarında asılı olan kazı resimleri, eminim sizleri de o zaman dilimine götürecek.

“1850 yıllarında yapılan bu konak Molla Tahir Bey’e ait. Konak geniş bir avluya sahip olup bu avlu içerisinde sulama sistemi bulunan ender Türk sivil ev mimarisinin özelliklerini yansıtır. Evin merdivenlerinde, köşelerinde ve ahşap direk altlarında, Lagina Hekate Kutsal Alanı ve çevresinden getirilen antik malzemeler kullanılmıştır.”

Osman Hamdi Bey Evi Müzesinde; onun tabloları, dönemin kazılarına ait fotoğraflar, etnografik eşyalar sergileniyor. Muğla’ya yolunuz düştüğünde, Turgut’a da uğrarsanız mutlaka gezilip görülmesi gereken yerlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Osman Hamdi Bey’in muhteşem resimlerinden; Kaplumbağa Terbiyecisi ve Abı Hayat Çeşmesi. Lagina, Stratonikeia kentinin resmi dinsel alanıdır. Bölgenin bilinen en önemli dinî merkezi olan Lagina’da yerleşim, M.Ö. 3000 lere kadar uzanır. Ancak, Lagina kutsal alanı hakkında bilgilerimiz, Stratonikeia kentinin kurulmasından ve Lagina’nın o kente bağlı bir tapınak yeri hâline gelmesinden, özellikle de şimdi kalıntıları görülen Hekate Tapınağı’nın yapılmasından sonraki döneme aittir. Lagina’da ve Stratonikeia bouleuterionu duvarlarında halen mevcut olan yazıtlardan öğrenildiğine göre, bu iki kent birbirlerine kutsal bir yol ile bağlanmıştır. Hekate: Hekate, Anadolu’ya özgü Karia kökenli bir tanrıçadır. Hekate Titanlar arasında Güneş soylular diye bilinen tanrılar soyundandır. Artemis ve Apollon’un kuzenidir. Zeus, Hekate’yi diğer tanrılardan ayrı ve üstün tutmuştur. Karalarda, denizlerde, yer altında ve göklerde yetki vermiştir. Hekate bu yüzden çok yönlü bir tanrıçadır. Bir yeraltı tanrıçası olarak bilinen Hekate’nin ölülerin ecesi olduğu ve yeraltı dünyasına açılan kapının anahtarını elinde tuttuğu bilinir. Ay Tanrıçası Hekate; çoğunlukla üç başlı betimlemesiyle bilinir. Bu Üç başlı betimlemesinde; Yeni ay-gençliği, Dolunay-dişiliğin en parlak dönemini, Eski ay ise olgun, bilge kadını temsil eder. O, karanlık gecelerde yolcuya yol göstericidir. Göklerde, denizlerde, yeryüzünde, yeraltında her yerde hükmü geçen bir tanrıçadır. Hekate kültü için bilinen en büyük kutsal alan, tapınak ve Altar (Tapınaklarda tanrılara adanan kurbanların kesildiği yere verilen ad) sadece Lagina’da bulunmaktadır. Bazı kaynaklara göre; Lagina, Pagan inancının dini merkezi olarak kabul ediliyor. Yine bu kaynaklara göre, son bir yıl içinde pagan inancına sahip 100 bin kişinin bu alanı ziyaret ettiği belirtilmiş.

“Daha önceki araştırmalarda bulunan yazıtlara göre Hekate kutsal alanında birden fazla şenliğin yapıldığı bilinmektedir. Bunlar arasında Hekatesia, Anahtar Taşıma, Doğum Günü Şenlikleri ve Gizli Dinsel Törenler bulunmaktadır.

Hekate kutsal alanında yapılan şenliklerin en önemlisi M.Ö. 81 yılından sonra periyodik olarak yapılmaya başlanmış olan Hekatesia Romania şenliğidir. Bu şenlik kutsal alanda yapılan en büyük şenliktir dört yılda bir düzenlenmektedir.

Anahtar taşıma şenlikleri çeşitli oyunlarla birlikte bir kaç gün sürüyordu. Bu törenler esnasında anahtar taşıyan genç kız (kleidophoros) tören alayı eşliğinde anahtarı Stratonikeia’dan getiriyordu. Bu işlem hem yeraltı dünyasının anahtarının Hekate’nin elinde olduğunu, hem de bu dini merkezin Stratonikeia’ya bağlı olduğunu gösteriyordu.

Propylon yan duvarları üzerinde pek çok yazıt vardır. Bu yazıtlarda; Lagina Hekate Tapınağı’nda anahtar taşıyıcılığı yapanlar ile burada görevli rahip ve rahibelerin isimleri bulunmaktadır.”

Lagina ve Hekate ile ilgili çok fazla bilgi ve efsane var. Detaylı bilgiler için yararlanabileceğiniz linkleri aşağıda verdim. Verdiklerimden çok daha fazla kaynak tabi ki var ama ben her zaman daha resmi olan sitelerden bilgi almayı tercih ediyorum. Hekate’yi büyücü ve cadı olarak gösteren siteler bile var. Ben Hekate’yi; bahsettiğim linklerden, Lagina antik kentinden aldığım bilgilerden ve kendi özümün pusulasına göre yazdım. Detaylı bilgi için: http://www.arkeolojikhaber.com/haber-lagina-orenyeri-mugla-1323/ http://lagina.free.fr/index.php/lagina/13-tarihi-sureci.html http://stratonikeia.pau.edu.tr/ http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,138894/stratonikeia-antik-kenti-unesco-dunya-miras-gecici-list-.html http://arkeolojihaber.net/tag/stratonikeia-antik-kenti/ http://www.muglakulturturizm.gov.tr/TR,159712/stratonikeia-antik-kenti.html  

Ölümsüz aşkların ve gladyatörlerin kenti Stratonikeia.

İdil Biret’le taçlandırılmış bir Stratonikeia gezisi…

Epeydir görmek istediğim bu antik kentte ilk kez bir konser yapılacağını, hem de  İdil Biret konseri olduğunu duyduğumda hemen gitmeye karar verdim. Bu İdil Biret’le taçlandırılmış bir Stratonikeia gezisi olacaktı ve muhteşem oldu. Bodrum/Turgutreis’ten yola çıktık, Milâs’ta navigasyonu açtık ve kendimizi biraz farklı bir yerde bulduk 🙂  Hemen yakında gördüğümüz bakkala yol sorunca da, canım yurdum insanlarından biri hemen bizimle gelmeye gönüllü oldu. Yolda, ben Eskihisar’lıyım dedi Ahmet Bey; “tiyatro varmışta onun için geldim”. Evi, arazisi varmış Eskihisar Köyünde, istimlak olunca o da Muğla’ya taşınmış. Ama belli ki yerini yurdunu çok arıyor. “Bakın evim şuradaydı” diyor, bakıyoruz ki kazıların tam ortası. Tarlasını, bahçesini gösteriyor, hepsi kazı alanı. İnsanın yıllarca oturduğu, alıştığı evinden ayrılması çok zordur, hele de doğup büyüdüğü yer; enerjisi yoğun muhteşem bir antik kentse çok daha zordur. Antik kenti rahatça gezelim diye erken gelmemiz çok iyi oldu; İdil Biret’i hem prova yaparken hemde gece izleme olanağını bulduk. Onca yılın birikmiş anılarını taşıyan o muhteşem taşlar üzerinde oturarak, inanılmaz bir akustikle dinledik konseri. Teşekkürler İdil Biret, teşekkürler Muğla Belediyesi. Karia Bölgesi’nin iç kesimindeki kentlerinden birisi olan Stratonikeia, Muğla İli, Yatağan ilçesi, Eskihisar Köyü sınırları içinde; Geç Tunç Çağından günümüze kadar kesintisiz yerleşime sahne olmuş bir kent. Türklerin bölgeye gelişi 11.yy. sonlarını bulmuş. M.Ö. 3. yy’ın ilk çeyreğinde Seleukos kralı I. Antiokhos önceden üvey annesi sonrasında eşi olan Stratonike adına bu şehrin adını değiştirmiş.

“Bu konuda dilden dile dolaşan efsane şöyle: Suriye hükümdarı Selevkos, oğlu Antiokhos Soterin’e çok düşkündür. Günün birinde Selevkos, güzelliği dillere destan olan Stratonikeia ile evlenir. Antiokhos büyümüş, delikanlı olmuştur. Üvey annesine derin bir aşk duyar. Ama bunu kimselere açıklayamadığından ve açamadığından hastalanır. Kral, hekim Erasistratos’u oğlunu iyileştirmekle görevlendirir. Hekim, zamanla delikanlının derdini anlar. Kralı duyacaklarına hazırlamak için “Oğlunuz, karıma âşıktır. İyileşemez kralım.” der.

Kral, “Aramızda bu kadar hukuk ve kardeşliğe karşı biricik oğlumun iyileşmesi için karınızı vermek özverisini esirgiyor musunuz?” diye sorar. Hekim, “Söz temsili oğlunuz, karınız Stratonikeia’ya âşık olsaydı, karınızı oğlunuza bırakmak özverisinde bulunur muydunuz kralım?” deyince; Kral, “Keşke oğlumun hastalık nedeni bu olsaydı. Değil karım, tahtımı, tacımı da bırakırdım.” der. O zaman hekim, gerçeği söyler. Kral da halkı tapınağa toplayıp tahtını ve karısını oğluna bıraktığını açıklar. Daha sonra Antiokhos, Batı Anadoluyu egemenliği altına alır ve burada eşi Stratonikeia adına bir kent kurar. Bu nedenle Stratonikeia, İlk Çağ boyunca bir aşk kenti olarak anılır.”

Köy yoluna girdiğiniz anda artık hiçbir şey sizin için aynı kalmayacak. Başka bir zaman diliminde inanılmaz saatler geçireceksiniz. Hele o yollar, o muhteşem taş yollar… Stratonikeia’da yollar; taş döşeli ve kaldırımlı. Osmanlı sokaklarında yürüyerek bir antik kentin gezildiği örnek, hiçbir ören yerinde yok.       Tuvaletin kapısında “biz yaşlıları hiç düşünmüyorlar, yürüyemiyoruz, asfalt döker insan bu yollara” diyen süslü püslü teyzemin de ellerinden öperim 🙂                   Köyün girişindeki kahvede çayınızı için, gözlemenizi yiyin. Hem çok ucuz hem de muhteşem. Stratonikeia, Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma İmparatorluk, Bizans, Beylikler, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerine ait yapı ve kent dokusunun birlikte görülebileceği nadir yerlerden. Kapladığı 7 kilometrelik alanla, dünyanın mermerden inşa edilmiş en büyük kentlerinden biri. Stratonikeia, Hellenistik Dönem’de birbirine paralel ızgara sisteminde kesişen caddelerden oluşan Hippodamik (havadar olması için 90 derecelerle kesişen sokaklardan oluşan sistem) planda düzenlenmiş. Bütün bunları okuyup,  incelediğimde ağlayasım geliyor 🙂 Antik döneme ait gymnasium, bouleuterion, tiyatro, hamam, kent kapısı ve çeşme gibi anıtsal yapılarının yanında, köy meydanı, Beylikler Dönemi hamamı, Şaban Ağa Camii, Osmanlı Çeşmesi, ağa evleri gibi Türk mimarisi açısından önemli örneklere sahip bir kent. Şaban Ağa Cami: Kentin etrafı sur duvarları ile çevrilmiş. Anadolu’daki  en büyük gymnasiumun Stratonikeia’da olduğu biliniyor. Gymnasiumlar, Eski Yunan ve Roma devrinde gençlerin eğitildiği ve spor yaptığı merkezler. Gymnasium: Çarşı: Bouleuterion (Meclis Binası):

“Bouleuterion, kent merkezinde doğu-batı yönünde yerleştirilmiş, dikdörtgen planlı bir yapıdır. Yapının kuzey anta duvarının iç cephesinde Grekçe, dış cephesinde ise Latince yazıtlar vardır. Yazıtlarda; Roma Dönemi’nde Stratonikeia’da satılan mallar ve bunların fiyatları Grekçe ve Latince olarak kayıt altına alınmıştır. Böylelikle kent içindeki satışlar kontrol altında tutulmuş ve olması muhtemel enflasyon önlenmiştir.”

Kazı evi ve müze deposu (Hasan Sar evi): Kazı çalışmaları sürüyor ve daha uzun yıllar süreceği kesin. Bu muhteşem kente hayat veren kazı ekibine teşekkür ediyor, kolay gelsin diyorum. Kazı çalışmaları sırasında Bizans dönemine ait 65 mezar gün yüzüne çıkarıldı. Stratonikeia Antik Kenti kazı ekibi, 2 bin yıllık geçmişi olan antik oyunları çizerek, gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyor. Kazı ekibini yürekten kutluyorum. Ayrıca çalışmalarda, bölgede 6,5 ve 7 üzerinde, yüzeye yakın alanlarda meydana gelen depremlerin yarattığı etkiler inceleniyor. Stratonikeia, büyük bir dinsel yolun üzerinde bulunuyordu ve şehrin yakınlarında bulunan Lagina Hekate kutsal alanı burası ile birleşiyordu. Şimdilerde böyle bir birleşme söz konusu değil ama Lagina Hekate’yi bir sonraki gezimizde anlatacağım. Detaylı bilgi için: http://stratonikeia.pau.edu.tr/ http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,138894/stratonikeia-antik-kenti-unesco-dunya-miras-gecici-list-.html http://arkeolojihaber.net/tag/stratonikeia-antik-kenti/ http://www.muglakulturturizm.gov.tr/TR,159712/stratonikeia-antik-kenti.html  

Hatay, sana çok geç kaldım-2

Biz Anadoluyuz. Bu toprakların her parçasına hücrelerimiz dağılmış. Okun bir ucu kalbimize diğer ucu Anadolu’nun tam merkezine saplanmış. Her an bizi daha fazla keşfe zorlayan büyü; dağılan hücrelerimizin her parçasıyla tek tek buluştuğumuzu hissettiriyor. Bu duyguyu her an yaşayacağımız güzellikler de hep karşımıza çıkacak. Bu büyüyü hissedip yola çıkan tüm dostlara selam olsun… Hatay/Samandağ Asi Nehri’nin Akdeniz’e döküldüğü noktada oluşmuş deltada kurulu olan Samandağ, Hatay’ın en güzel ilçelerinden biri. Samandağ’ı tepeden mutlaka seyredin. İnanın seyre doyamayacaksınız.

“Antakya’ya 25 km. uzaklıkta Akdeniz kıyısındadır. İlçe merkezinde tarihi yapı yoktur. Deniz kenarında bulunan Hızır (A.Ş) Ziyareti yörede Samandağ’ın sembolü haline gelmiştir. Samandağ, M.Ö. 310´da Selefkiler´in kurucu kralı Seleucos I. Nikador´unPieriaSeleucia adıyla kurduğu bir liman kentidir.

Süveydiye (Samandağ), 1. Dünya Savaşı´ndan sonra da Fransızlarca işgal edilmiştir. 1938-39 yılları arasında, bağımsız Hatay Devleti´ne bağlandıktan sonra 1939´da Türkiye Cumhuriyeti yönetimine girmiştir. Daha önce Antakya´ya bağlı bir bucak olan Samandağ, 1948´de ilçe olmuştur. Aynı tarihte Süveydiye adı, ilçe merkezi yakınındaki dağdan esinlenerek Samandağ olarak değiştirilmiştir.”

Vakıflı Köyü Tertemiz havası olan muhteşem manzaralı güzel bir köy. Kahvesinde oturup çayınızı yudumlayabilir, satış mağazalarında likörlerini tadabilirsiniz. Ayrıca çeşitli reçeller, nar ekşisi, zeytin, zeytinyağı gibi çok farklı ürünleri de satın alabilirsiniz. Hatay’ın Samandağ ilçesine 4 km uzaklıkta ve halen “Türkiye’nin Tek Ermeni Köyü” olma özelliğini taşıyor. Köyün diğer özelliği ise burada organik tarım yapılıyor olması. Organik tarımla yetiştirdikleri portakal ve diğer narenciye ürünleri ile ciddi bir ihracat geliri de elde etmişler. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) tarafından Toplumsal ve Sportif Fair Play Ödülü ile mükâfatlandırılmışlar. Köy kilisesi Surp Asdvadzadzin’in (Aziz Meryem Ana) 1997 yılında geniş kapsamlı restorasyonla bugünkü halini almış. Her yıl kutladıkları Kutsal Doğum (Noel / Surp Dzununt), Kutsal Diriliş(Paskalya / Surp Zadig) ve Meryem Ana’nın Göğe Yükseliş Yortusu (Surp Asdvadzadzin) dini törenleriyle geleneklerini devam ettiriyorlar.   Detaylı bilgi için: http://www.vakiflikoy.com/ https://www.ciftcideneve.com/store/vakifli-koyu-kooperatifi Musa Dağı ve Musa Ağacı Musa ağacı Samandağ’a 6 km. mesafedeki Hıdırbey Köyü’nde. Hatay’daki önemli ziyaret noktalarından. Geleneksel Hatay efsanelerinden önemli birine hikaye sahipliği yapan Musa Ağacı’nın hikayesi şöyle: Hz Hızır ile Hz. Musa’nın Samandağ buluşmasından sonra Hz. Musa, Musa Dağı’na çıkmak üzere yola koyulur. Bu bölgeye geldiğinde su içmek için bastonunu yere sapladıktan sonra, dereye su içmeye gider. Su içip geldiğinde, diktiği bastonunun bir çınar filizi haline geldiğini ve aniden yeşerdiğini görür.     Hz. Musa’nın asasının Ab-ı Hayat (ölümsüzlük suyu) sayesinde filizlenip kök salmasıyla meydana geldiğine dair efsaneler de anlatılmaktadır.     Ne yazık ki DSİ’nin dere ıslah çalışmaları sırasında ciddi bir bölümü dolgu toprak altında kalan bu tarihi ve dev ağaç, şu an Kültür Varlıklarını koruma kurulu tarafından anıt ağaç olarak korunmaktadır.   Burada kahvaltı yapmanın güzel ve keyifli olduğunu söyleyebilirim. Kahvaltılıklar güzel. Dere kenarı olduğu için çok az sayıda sinek bulunmakta ama elinizle ötelerseniz gidiyorlar 🙂 Vaktiniz yoksa da dinlenip bir çay için. Güzel enerjisini size hissettireceğinden eminim.     Titus Vespasianus Tüneli     Defne ağaçlarının eşliğinde tünele doğru ilerlemeye başladığınızda, farklı bir boyuta geçtiğinizi de anında anlıyorsunuz. Yol boyu her bir defne ağacı ayrı ayrı konuşuyor sizinle. Siz yeter ki sessizce yürüyüp onları dinleyin.   Tünele geldiğinizde, o muhteşem mühendislik harikasını doyasıya izleyin, bırakın zaman orada biraz dursun… Taşlara oturun, başınızı yukarı kaldırın ve seyredin… Musa Dağından gelen ve kenti tehdit eden sele karşı kayaların içine tarihin ilk kaya tünelinin nasıl oyulduğunu hayal edin…

“Titus Tüneli veya Vespasianus Tüneli, Hatay iline bağlı Samandağ ilçesi sınırları içerisinde, dağlık ve denize hâkim yamaçlarda, Titus Flavius Vespasianus tarafından yaptırılmış, yapımı yüzyılı aşkın bir zaman sürdüğü düşünülmektedir.

Tünelin kapalı bölümü 130 metre uzunluğunda olup, açık alanıyla birlikte toplam 1380 metre uzunluğundadır. Genel olarak açık ve kapalı alanlarda tünelin yüksekliği 7 metre ve genişliği ise 6 metredir. 2014 yılında tünel UNESCO’nun Dünya Mirası Geçici Listesi’ne eklenmiştir.

Kaya Mezarları ve Beşikli Mağara

“Titus tünelinin yakınındadır. Yolu tünelin girişinden ayrılır. Geniş alana yayılan mezarlık; “Pieria’daki Seleukeia” antik kentinin en önemli kalıntılarından birisidir. Beşikli Mağara tamamen kayaya oyulmuş bir mezar kompleksidir. Mezarlarda Romalılara ait 12 adet kral mezarı bulunmuştur. Kral ailesine ait mezarların yanı sıra halka ait olanlarda vardır.”

  Şimdi bu kral mezarlarının içine girip poz verince inanın çok farklı duygular içine giriliyor. Her şeyden önce enerjisi düşük bir yer. Ancak kendinizi kötü de hissetmiyorsunuz açıkçası. Acaba diyorum farklı bir boyutta aynı yerde yaşama ihtimalleri nedir?  🙂   Harbiye (Daphne) 

“Hatay’ın çağlayanlar bölgesi olan Harbiye, 8 km’lik bir yolla Antakya’ya bağlanır. Şelaleleri ve temiz havası ile ünlü olup, yerli ve yabancı turistlerin ziyaret ettiği bir mesire yeridir. Platonun güneyinden fışkıran kaynaklar, şelaleler meydana getirdikten sonra Asi nehrine karışırlar. Bu şelalelerin Antik çağdaki isimleri Kastalia, Pallas ve Saramanna’dır.”

“DAPHNE (Harbiye) EFSANESİ: Zeus’un oğlu Işık Tanrısı Apollon, ırmak kenarında genç ve güzel bir kız görür. Bu eşsiz güzelin adı Defne’dir. Apollon’un içinde arzular uyandırır. Onunla konuşmak ister. Fakat Defne, Işık Tanrısı’nın içinden geçenleri anlamıştır. Kaçmaya başlar. O kaçar, Apollon kovalar. Çapkın Tanrı bir taraftan “kaçma seni seviyorum” diye bağırır. Defne ise Tanrılarla sevişen kadınların başlarına neler geldiğini bildiği için korkuya kapılır ve kaçmaya devam eder. Apollon’a gelince, bu güzel periyi mutlaka yakalamak istemektedir. Aralarındaki mesafe gittikçe kısalır ve bir an gelir ki Defne, Apollon’un sıcak nefesini saçlarının arasında duyar. Artık kurtuluş imkanı kalmadığını anlayan Defne, birden durur ve ayağı ile toprağı kazıyarak şöyle bağırır: -“Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru.” Bu içten yalvarış üzerine Defne organlarının ağırlaştığını, odunlaştığını hisseder. Olgun göğsünü gri bir kabuk kaplar, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları dallar halinde uzar, körpe ayakları kök olup toprağın derinliklerine dalar, bir defne ağacı oluverir. Bu manzara karşısında şaşıran Apollon, Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini duyar ve şöyle seslenir: -“Defne, bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yanyana geçecek. Bu tatlı sözler üzerine Defne, dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar. İşte bu öykünün geçtiği yer bugünkü Harbiye’dir. Apallon teessür ve heyecan içinde o ağacı amblem olarak aldı ve parlak yapraklarından başına bir taç yaptı. İşte o zamandan beri şiir ve silah zaferi Defne dalı ile ödüllendirilir ve Defne’nin gözyaşları bugün hala Harbiye’de şelaleler meydana getiriyor. Kaynak: KALAYCIOĞLU,M. (2011) Hatay Halk Bilimi. Hatay.Antakya Belediyesi Kültür Yayını”

Efsaneler büyüleyicidir. Defne efsanesi de öyle… İnsanı o zaman dilimine alır götürür. Keşke kıymet bilip efsanelere yaraşır değerde koruyabilsek mekanlarını da. Harbiyeyi; 3.sınıf kafelerle donatılmış, çok kötü bir tuvaletinin olduğu ve güzelin çirkin yapılmak için çok uğraşıldığı ama başarılamadığı bir yer olarak özetleyebilirim. Hızır Aleyhisselam ile Musa Peygamberin buluşması Hatay ilinde yer alan çok sayıda Hızır türbesi içinden en ünlüsü Samandağı’nda yer alan türbedir. Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın buluştuğu yer olarak kabul edilen kayanın üzerine kuruludur.                         Hz. Hızır, Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir şahsiyet. Detaylı bilgi için: http://hatayfx.mekan360.com/haberler_2187,-hatay-haberleri-hz-hizir-ile-hz-musanin-bulustugu-yer.html Başka bir gezide buluşmak dileği ile…

Hatay, sana çok geç kaldım…

Nedenli ya da nedensiz, geç kalınır bazen… Sanırım bu geç kalma durumuna çok içten bir ah çektim ve bir ay içinde iki kere gelmek kısmet oldu bu güzel kente. Hani bazı şehirler çok yorgundur; insanı, yolları, otu, börtü böceği… Bazı şehirler de tam tersidir; her şeye her an yeniden başlamaya hazır, dingin, yardım sever, mutlu… Öyle bir şehir işte Antakya! Her taşını 1000 kişide keşfetse 1001. kişiye taşından toprağından yeni bir şeyler sunmaya hazır… Antakya, Hatay’ın merkez ilçesi. Asi nehri, şehri ortadan ikiye bölüyor. Nehir boyunca seyir terasları da yapılmış. Ancak su çok azalmış ve maalesef bakımsız. Ara ara da kokuyor açıkçası. Bakıma alınıp düzenleneceği söyleniyor. İnşallah diyorum inşallah! Nehrin hüzünlü seslenişine kulak verirseniz, emin olun çaresizliğini duyarsınız! Amanos dağları ile Habib-i Neccar Dağı arasında ve verimli Amik Ovasında kurulmuş bu şehre çok çok yazık olacak yoksa… Bu şehir öyle bir şehir ki bir metre kazsanız yeni bir şehir daha çıkar diyor yerli halk. Aslında, neredeyse tüm Anadolu öyle değil mi sizce de…

“Hatay Türkiye’nin en önemli eski yerleşim yerlerinden biri. Yapılan arkeolojik araştırmalarda milattan önce 100.000 ile 40.000 yılları arasına tarihlenen bulgulara ulaşılmış. Kimler yaşamamış ki bu topraklarda; Akatlar, Hititler, Urartular, Asurlular, Persler, Romalılar, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Bizanslılar, Memlukler…

Kuzeyden güneye, güneyden kuzeye giden ve doğudan gelen anayolların kavşak noktasında bulunan Antakya, tarihi boyunca kıtalar ve bölgeler arası ticarette önemli rol oynamış, yolcu ve hacı kervanları için bir konaklama yeri ve çeşitli bölgelerden gelen insanlar için bir kültür alışverişi merkezi olmuş

5 Temmuz 1938 Günü Türk Ordusu’nun Hatay’a girmesiyle Hatay Türkiye sınırlarına dâhil olmuştur.”

Bazı tanımlamalar da boş yere yapılmıyor: “Medeniyetler Şehri Antakya!” Bu tanımlamaya göre genel olarak yazılanlar şöyle: İslam, Hristiyanlık ve Musevi inançları yıllardır iç içe birbirlerine gösterdikleri büyük saygı ve sevgiyle birlikte yaşamış ve yaşamakta. Cami, Kilise ve Havra yan yana varlıklarını sürdürürken her dinden her görüşten insana sevgilerini dağıtıyor. Şimdi bütün bu tanımlamalara göre; ben burada sevginin inanılmaz yansımasını hissediyorsam, buradaki insanlar gerçek insan olabilmenin güzelliğini keşfetmiş ve bu erdemlere sahipse, birlik ruhunu yakalamışlar demektir. Bu doğal olandır, olması gerekendir! Farklı dinlerin, farklı milletlerin olmadığı, gerçek insanların yaşadığı bir Dünya’da yaşamak! Harika olur ve umarım Antakya bunu tüm Dünya’ya yansıtır. Aslında yaşamda her şey bir yansıma değil mi sizce de! Havra’da gördüğümüz işaretler: A ve W. Yani  Alfa ve Omega  (Başlangıç ve son) Dünya boyutunun giriş kapısı ALFA, son çıkış kapısı OMEGA’dır. Dünya’mız, Evrim yolundaki varlıkların ilk Giriş ve son Çıkış kapısıdır. Evrim ilk var olduğumuz noktadan başlar, geldiğimiz yerden çıkış yapana kadar devam eder.   Ve Sokaklar… Ortasından kanal geçen güzelim taş sokaklar… Kadınların topukları girmesin diye çoğuna asfalt dökülen hüzünlü sokaklar… Şuur sahibi, tarihe ve kültüre saygısı olan halk, sokakların bu hale getirilmesinden mutsuz. Ama umutları da var: “Taşlar asfaltın altında duruyor, bir gün asfaltlar sökülüp sokaklar eski haline gelebilir ” diyorlar ve ben de onların dileklerine yürekten katılıyorum. Her sokağa girin, hiç birini atlamayın derim. Sevgi verin sevgi alın. Eski Antakya’nın dar sokakları, en az 100 yıllık bir geçmişe sahip. Evlerin kapıları yüksek duvarların ardında kalan iç bahçeye açılıyor.  Bu bahçeleri hep çok sevmişimdir. Hele de dostlarla harika likörleri yudumladıysanız tadı damağınızda kalacaktır.      

Şişeyi duvar resmine monte eden Kafe.

      Ve kapılar… Kapılar ve onları keşfetmekte çok usta olan arkadaşım sevgili Gülten. Hatay Arkeoloji Müzesi Arkeoloji Müzesi, şehir içinden yeni yerine taşınmış. Açıkçası harika bir müze olmuş. Henüz tam taşınma bitmemiş, mozaiklerin büyük bir bölümü yeni yerlerine geçmek için sabırsızlanıyor. İncelemelerinizde size kolaylık sağlayan kulaklık da şimdilik yok. Restorasyonla ilgili olarak ta ciddi hatalar yapıldığını okumuştum. Umarım hatalar giderilir ve diğer mozaiklerde aslına uygun restore edilerek taşınabilir.  Mozaikler muhteşem ve bu mozaikleri gerçek Antakyalı ustaların yapmış olması onlara ayrı bir özellik katıyor. Müze gezisine en az bir yarım gün ayırmanızı ve sabah saatlerini tercih etmenizi öneririm. Ayrıca müze yetkilisi tarafından ifade edildiğine göre saat 15.00’den sonra özel tanıtım filmi gösterimi yapılmıyor. Şeyh Höyük’te yapılan kazılarda ele geçen kafataslarının kemiklerinin hala yumuşak olduğu ve bebeklik çağlarında sarılarak şekillendirilmesi sonucunda deformasyona uğradığı tespit edilmiş. Arkeologlar bu uygulamanın bireyi toplumdaki diğer bireylerden ayırt etmek ya da bir grup üyeliğine kabul için yapılan bir uygulama olarak yorumluyorlar. Lise Sanat Tarihi derslerinde okuduğumuz meşhur Hitit Kralı Suppiluliuma’yı görünce, eski bir dosta rastlamış gibi “Ay sen burada mısın!” diye heyecanla selamlayan ablamın sesini hiç unutmayacağım 🙂

Arkeoloji Müzesi sitesinden alınan bilgilere göre:

1932-1939 yıllarında Princeton Üniversitesi’nin yaptığı araştırmalarla müzenin esas zenginliğini oluşturan mozaikler ortaya çıkartılmıştır. Antakya’da yürütülen 1932-1939 yılı kazı çalışmalarında çoğu Roma dönemine tarihlendirilen mimari ve diğer buluntular kentin zenginliğini ve ihtişamını ortaya sermiştir. Antiokheia kökenli birçok eser bugün Hatay Arkeoloji Müzesi’nin yanı sıra Princeton Universitesi Sanat Müzesi (ABD), Worcester Müzesi (ABD), Louvre (Fransa) gibi müzelerde saklanmakta veya sergilenmektedir.

Tarihi, kültürü, medeniyetleri, doğası, zengin mutfağı ve turistik mekânları ile ülkemizin en büyük zenginliklerinden biri olan Hatay, aynı zamanda dünyanın ikinci en büyük mozaik koleksiyonunu barındırır.

(http://www.hatayarkeolojimuzesi.gov.tr)

Saint Pierre Kilisesi Antakya’nın iki kilometre doğusundaki bir mağarada kurulan dünyanın ilk Katolik kilisesi. Hıristiyanlık, Kudüs dışına ilk defa Antakya’daki bu kiliseyle yayılmış, Hz. İsa’ya inananlara ilk defa Antakya’da “Hıristiyan” adı verilmiş. 1963’te Papa tarafından Hıristiyanlar için hac yeri ilan edilen kilisede her yıl 29 Haziran’da özel bir ayin düzenleniyor.     Habib-i Neccar Cami Hz. İsa’nın havarileri Yunus (Yuanna) ve Yahya’ya ( Pavlus) ilk inanan ve bu nedenle taşlanarak öldürülen Antakyalının adını taşır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki en eski camidir. Cami Roma dönemine ait bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiştir. Günümüzdeki cami Osmanlı döneminde yenilenmiştir   Aziz Symeon Hac Merkezi ve Manastırı Hatay ili, Defne ilçesi Samandağ mevkiinde yer alan önemli bir erken Hristiyanlık hac merkezidir. Samandağı’nın 480 rakımlı tepesinde 6.yüzyılda kurulan bina kompleksi, stylites olarak nitelenen, sütun üzerinde çile çekme yöntemini benimsemiş bir keşiş olan azizin sütunu etrafında gelişmiştir.   Tarihi yudumladığınız her sokakta güzel bir insan size yardımcı. Ve sayesinde; havanın kokusunu, rengini, sevgiyi, tarihi şehrin güzelliklerini paylaşıyorsunuz. Her şey doğal, her şey kendiliğinden… Bu gezimizde harika misafirperverliği ile bizi ağırlayan Nazif Bey ve sevgili eşi Sevgi Hanıma sonsuz teşekkürlerimi buradan ayrıca iletmek isterim. Sayelerinde şehrin havasını soluyan iki özel insandan Antakya’yı gezme fırsatını bulduk. Söylemek isterim ki: Yollara düştünüzse eğer, Cebinize 3 şey koymayı unutmayın: Sevgi, Hoşgörü ve Sabır… Antakya’nın diğer ilçelerinde gezimiz devam edecek…