Eylül-2

927

 

Eylül Ayının 2. gezisinin başlangıç noktasını  Edirnekapı olarak belirledim ve trafik korkum beni yine Metrobüs’e yönlendirdi. Buralara gelmeyeli ne çok yıl geçmiş ve ne yazık ki bütün bu zaman diliminde her yer beton ve taşla kaplanmış.

Metrobüsten indikten sonra merdivenleri çıkıp sağa doğru ilerlediğinizde Şehitliğe girmiş olursunuz. Orada çok farklı duygular yoğurur sizi. Vatan uğruna canını ortaya koymuş onca şehit ve onların gözü yaşlı aileleri… İnanın bana; yaşamadığımız, deneyimleyemediğimiz hiç bir konu için ” Seni çok iyi anlıyorum” demeyelim! Asla bilemeyiz asla!

 

Şehitlikten çıkıp yolun karşısına geçtim ve karşıda surların içinde Fatih’in İstanbul’a girdiği kapı karşıladı beni. Aynı kapıdan tebessümle girdim ve yabancı bir gazetecinin çok hoşuma giden bir cümlesi geldi aklıma: “1453’de almışsınız ama bir türlü yerleşememiş siniz!”

O müthiş kapıdan girdiğinizde sizi neyin karşılayacağını düşünürsünüz?

Korkunç bir minibüs park alanı! Arabesk müzik çalarak bağrış çağrış müşteri bekliyorlar. Şimdi düşünün o muhteşem kapıyı gördüğünüzde beyninizde bir imge oluşmaz mı? Fatih at üstünde kapıdan giriyor mesela…

Biraz ilerledim, 1-2 ağaç ve derme çatma bir çay bahçesi, küçük pis bir süs havuzu. Karşısında bütün ihtişamıyla Mihrimah Sultan Cami.

Çay bahçesinde bir bardak çay aldım ve böyle bir lezzetsizliğin nasıl başarıldığını düşünerek Mihrimah Sultan Cami’ne doğru yürüdüm. Cami kapısında beni karşılayan görevli “Hoş geldiniz” dedi. “Hoş bulduk” dedim, öyle mutluydum ki! Bu mutluluk çok kısa sürdü ve görevlinin içeri girebilmek için bir uzun etek ve başörtüsü giymem gerektiğini söylemesiyle son buldu. Üzerimde diz kapaklarımda bir etek, yarım kollu bir tişört ve şapka vardı. Bu kıyafet içeri girmem için yeterli değildi. Görevliye önerdiği kıyafeti giymeyeceğimi ve izin verirse kapıdan şöyle bir bakıp çıkacağımı söyledim. Adımımı atar atmaz o muhteşem vitrayları gördüm ve büyülendim. Sinan burada gerçekten aşkını dile getirmişti, muhteşemdi!

Kariye müzesine doğru yürürken içimdeki burukluğa teslim olmamaya çalıştım ve olmadım. Kariye müzesinin bahçesine girer girmez büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Tıklım tıklım turistle doluydu.

“Kariye (Chora) Kilisesi, 6. yüzyıla kadar giden bir geçmişe sahip. İlk önce manastır olarak 534 yılında Justinianus döneminde Aziz Teodius tarafından yapılmış. Bina Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden 50 yıl kadar sonra 1511 yılında Sultan II. Beyazıt sadrazamlarından olan Atik Ali Paşa tarafından camiye dönüştürülmüş ve “Atik Ali Paşa Cami” veya “Kariye Cami” olarak anılagelmiştir.”

Şimdi bundan sonrası için ağlayabilirsiniz! Dönüştürme sırasında bütün kilisenin duvarları üzerinde bulunan mozaik ve freskler sıva ile kaplanmış. Zavallı Kariye! Oysa 1296 büyük depreminden bile sağ çıkmış…

” 20. yuzyilda bu camii kapatılmış. Birleşik Amerika’daki “Amerika Bizans Enstitüsü (Byzantine Institute of America)” ve “Bizans Incelemeleri için Dumbarton Oaks Merkezi (Dumbarton Oaks Center for Byzantine Studies)” bu camideki sivalar altinda kalmis mozayik ve fresklerin restorasyonunu yapmış ve tüm mozaik ve freskler ortaya çıkarılmış. Yapı 1956’da açılan “Kariye Müzesi” olarak günümüzde de hizmet vermektedir.“

Müze kartımı çıkardım ve giriş için kuyruğa girdim. Maalesef müzenin büyük bir bölümü restorasyon için kapalıydı. Bunu tekrar gelmek için güzel bir neden olarak düşünüp, açık olan bölümleri gezdim.

 

 

Müzeden çıkıp sokakları dolaşmaya başladığımda, yenilenmiş, boyanmış ve sizi adeta içine çeken evleri gördüm. Her birinin dili vardı mutlaka ve kim bilir neler anlatıyorlardı. Gözlerimi kapatıp duymaya çalıştım…

Karnım acıkmıştı ve şöyle harika bir çay içmenin zamanı çoktan gelmişti. Sıradan bir yer olmasın, ruhu olsun diye coşkulu bir istekle surlara doğru yürüdüm ve köşeyi döner dönmez “İşte burası!” dedim. “İstanyol Cafe” karşımda bütün sevimliliği ile duruyordu!

 

Ve Cafe’nin sevimli ve mükemmel sahibesi Demet Hanım. Hemen bir çay rica ettim. Çayı minik bir havuçlu kekle birlikte ikram etti. Keki kendisi yapmıştı ve çok lezzetliydi. Biraz dinlendikten sonra bir tost ve çay rica ettim. Böyle güzel bir tost ve sunum çok nadir bulunur diyebilirim. Çok güzel bir tabakta tostun yanında, zeytin, çeri domates ve kendi elleriyle yaptığı çilek reçeli. Bu güzel ikram için teşekkür ettim kendisine. Biraz sohbet edince Kariye bölgesinde yerleşimin ve ilginin çok arttığını söyledi. Öyle güzel anlatıyordu ki, burada çok mutlu olduklarını ve gelen müşterilerine de bunu rahatça aktarabildiklerini söyleyebilirim. Tekrar görüşmek üzere sevgiyle kucaklaşıp ayrıldık.

İstanyol Cafe’nin masa ve tabureleri surların içine ne kadar yakışmış değil mi?

Surlarda sürpriz çok! Biraz ilerleyince surların içindeki kedi evini görüp şaşırıyorum. Kapısı, halısı, komodini her şeyi var ve kediler inanılmaz mutlu. Burayı bu hale getiren Yakut Hanım Azerbaycanlı ve Kariye’de yalnız yaşıyor. Zaten kedilerin hemen karşısındaki evde oturuyor. Kendi elleriyle temizlemiş burayı, eşyaları koymuş. Her gün elektrik süpürgesini evinden getirip temizlik yapıyor. Kediler mutlu, Yakut Hanım mutlu… Sevgiyle yapılan her şey çok güzel enerjiler oluşturuyor. Yakut hanımı kutlayarak ayrılıyorum oradan.

Demet Hanımın da önerisiyle Fethiye Camisine doğru yürümeye başladım. Çok da yakın sayılmazdı ama olsun, yürümek bazen yorar bazen de dinlendirir. Yürürken yeniden doğduğunuz bile olur.

“Fethiye Cami’nin, Bizans dönemindeki adı Pammakaristos Manastırı imiş. Aslında kilise olarak, 13. yüzyıl sonlarında Bizans’ın ileri gelenlerinden Mihail Glabas Tarkaniotes tarafından inşa ettirilmiş. İstanbul’un fethinden sonra 1454 yılında patrikhane olarak kullanılmış. 1601 yılında İran savaşlarında Gürcistan ve Azerbaycan’ın fethedilmesiyle, fethin hatırası olarak camiye dönüştürülmüş.

Fethiye Cami, camiye dönüştürülürken kilisenin apsis kısmı yıkılarak yerine kıble yönüne uygun bir mihrap yapılmış, bir minare ve medrese inşa ettirilmiş. Cumhuriyet döneminde müzeye dönüştürülmüş, 1955 yılında Amerikan Bizans Enstitüsü tarafından içindeki mozaik ve freskolar açığa çıkarılmış, sonradan yapılan kemer sökülüp yerine eski haline uygun sütunlar yapılmış. 1960′lı yıllarda yeniden cami olarak ibadete açılmış.” 

Yukarıdaki resmi çekerken içim sızladı inanın! Şimdi o minare oraya oldu mu? Yazık değil mi? Git biraz ilerisine daha güzel bir cami yap, burayı da müze yap. Ya da bırak kilise olarak kalsın. İstanbul’u İstanbul yapan da bu güzellikler değil mi zaten! Bu düşüncelerle Fethiye Müzesinin bahçesindeki bankla biraz dertleştik. Hak verdi bana 🙂 Sonra da; Müze girişindeki görevli genç kızın kedilere olan ilgi ve sevgisini, onlara nasıl kol kanat gerdiğini birlikte izledik.

Tekfur Sarayını gezmek için yola çıktım ancak onunda tadilatta olduğunu öğrendim. Olsun demek ki bakım vardı ve bu iyi bir şeydi. Bu gezideki kısmetim, bahçeden binayı seyredebilmekmiş sadece.

 

 

“Tekfur Sarayının ne zaman ve kimler tarafından inşa edildiği konusunda net bir bilgi bulunmamaktadır. On sekizinci yüzyıl başlarında seramik atölyesi olarak kullanılan “Tekfur Sarayı”, on dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren cam ve cam ürünleri imalathanesine dönüştürülmüştür. Dünyaca ünlü “kaşıkçı elması” ise Tekfur Sarayı’nın çöplüğünde bulunmuştur. Günümüzde ise yeni tarihi olaylara şahitlik etmek amacı ile Tekfur Sarayı’ndaki arkeolojik kazılar devam etmektedir.”

II. Theodosius surları, dönüş yolunda yol boyunca arkadaşlık ettiler bana. Bu surlar günümüze kadar gelebilmeyi başarmış, kim bilir ne yaşamlar görmüş hissetmiştir diye düşünürken ara sokaklara dalmışım. İyidir sokaklara dalmak, An’da kalırsınız, tedavi edicidir 🙂

Ayvansaray’ın tarihi vapur iskelesine doğru geziyi sonlandırmak üzere yürürken diyorum ki; gezme ve görme aşkınız hiç eksilmesin…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz